Bence68
Site kurucusu
Eski bir türkü, son günlerde yeniden sık çalınır ve dinlenir oldu. Günlük
bir gazetede çıkan yazıdan, türkü hakkında çeşitli iddiaların ortalıkta
dolaştığını öğrendik. Önce bu iddialara bakalım "Azerbaycanlılar, bu
türkünün Azerî türküsü olduğunu ifade ediyorlar. Azerbaycan Büyükelçisi,
"Ermenicede sarı ve gelin kelimeleri yok. Bizde iki üç yüz yıldan beri
söyleniyor. Milletvekili Yılmaz Karakoyunlu, bu türküyü Ermenilere mal
etti!" diye dert yanıyor.
Sarı Gelin türküsü, Kuzeydoğu Anadolu coğrafyasında ortaya çıkmıştır.
Türklerin büyük bir kolunu teşkil eden Kıpçakların diğer adı da Kuman'dır.
Diğer kavimler, Kıpçakları "sarışın" anlamına gelen "Kuman" adıyla veya bu
anlama gelen başka kelimelerle anmışlardır.
Sarı Gelin, eski çağlardan beri Çoruh ve Kür ırmakları boyunda yaşayan
Hristiyan Kıpçak beyinin kızıdır. Bölgeye gelen Arap din adamlarından
birinin âşık olduğu bu sarışın güzel etrafında gelişen efsaneler, Kars ve
Erzurum yörelerinde yaşamaktadır.
Türk kültüründen etkilenen Ermeniler arasında birçok şifahî halk edebiyatı
ürünümüzün yaşıyor olması, Sarı Gelin türküsünün, bir Ermeni türküsü olduğu
iddiasının ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Bu yazıda, Çoruh ve Kür ırmakları boyunda yaşayan Kıpçak Türklerinden
bahisle, onların izlerini taşıyan bir efsanenin varyantları üzerinde
durulmuştur. Sarı Gelin'in bu efsaneyle birlikte, birkaç varyantını tespit
edebildiğimiz bir türküye konu olması ve hatta bölgede bu adla anılan bir
halk oyununun bulunması, tesadüf olamaz.
Eski bir türkü, son günlerde yeniden sık çalınır ve dinlenir oldu.
Günlük bir gazetede çıkan yazıdan, türkü hakkında çeşitli iddiaların
ortalıkta dolaştığını öğrendik (Hürriyet-2000). Önce bu iddialara
bakalım:
"Azerbaycanlılar, bu türkünün Azerî türküsü olduğunu ifade ediyorlar.
Azerbaycan Büyükelçisi, "Ermenicede sarı ve gelin kelimeleri yok. Bizde iki
üç yüz yıldan beri söyleniyor. Milletvekili Yılmaz Karakoyunlu, bu türküyü
Ermenilere mal etti!" diye dert yanıyor.
Türkü tartışmasına katılan bir Erzurumlu: "Sarı Gelin, Ermeni kızıdır.
Türkü, bir dadaşın bu kıza olan âşkının nağmeleridir." diyerek, türkünün
hikâyesini Kurtuluş Savaşı yıllarına dayandırıyor. Bir Erzurumlu da, "Bu
türkü, dadaş türküsüdür." diyor.
Bir başka Erzurumlu, türkünün, bir filme meze yapıldığını, güftesinin
çarpıtıldığını belirterek öfkesini dile getiriyor.
Milletvekili olan bir vatandaşımız, yazdığı senaryodan bahsederken,
"Ermeniden beter Ermeni" üslûbuyla devletimizin Ermenilere haksızlık
yaptığı noktasında duruyor. Bu noktayı senaryosunun merkezi hâline
getiriyor. Sarı Gelin türküsünü de, Erzurumlunun dediği gibi "meze"
yapıyor! Milletvekilinin ifadelerinde şunlar da var: "Sarı gyalin anbele
pare pare... Ermenice sarı, dağlı demekmiş. Dağlı gelin yani. Ermenilerin
Erzurum'dan ayrılırken Sarı Gelin'in müziğini götürmelerinden daha doğal ne
olabilir ki?"
Bir başka yazar söze karışıyor: "Ulusal aidiyet tartışmasını abes buldum
doğrusu. Müziğin vatanı olur mu? Sarı Gelin, kime ait olursa olsun, güzel
bir türkü." diyor.
Müziğin vatanı olur veya olmaz; ama siz gidip onun bunun dillerde dolaşan
şarkısına, benim derseniz gülerler! Çok eski bir musıki tarihi olan
milletin, kalkıp Ermeni'den türkü devşirmesi mümkün mü? Ama yüz yıllarca
tebamız olmuş Ermenilerin bizden çok şey aldıklarını söyleyebiliriz. Bunun
tersi de olabilir. Yani hakim halk, tebadan da alabilir. Türkçedeki
kelimelerin kökenine bakarsanız görürsünüz. Bunlar olağan şeyler ama yüz
yıllardan beri söylene gelmiş bir türkü söz konusu olursa, burada
söyleyeceklerimiz vardır.
Bir başka gazetede çıkan habere de göz atalım: "Yavuz Bingöl ve Yeşim
salkım, Sarı Gelin'in sinema uyarlamasında Ermeni düşmanlığına karşı bayrak
açacak." deniliyor. Bu filmde, türkücü Yavuz Bingöl, Ermeni kızı rolündeki
Yeşim Salkım'a âşık Türk subayını canlandıracakmış (Milliyet-2001).
Kıpçakların bir adı da Kuman'dır. Bunlara Ruslar Polovets, Ermeniler
Xartes, Almanlar Falben derlerdi ki, bu kelimelerin hepsi sarışın anlamına
gelmektedir (Rasonyı-1971: 136). Kumanlarla temasa gelen üç kavim, Ruslar,
Almanlar ve Ermeniler, Kumanları sadece "sarışınlar" diye
isimlendirmişlerdir (Kurat-1992: 70).
Kıpçakların, güzel, sarışın, mavi gözlü, yakışıklı oldukları, birçok
kaynakta belirtilmektedir (Kurat-1992: 70-72). Büyük şair Genceli Nizamî,
İskendername adlı eserinde, Kıpçak güzelliğini dile getirmiştir. Ayrıca
şairin karısı Afak/Apak da Derbentli bir Kıpçak kızıydı. Apak'ın güzelliği,
şairi derinden etkilemişti. Nizamî, eserlerindeki kahramanlarda onu
canlandırmıştır (Resulzade-1951: 48-49).
Kumanlar, XII. yüzyılda Gürcistan'da faaldiler. Gürcistan'ın parlak çağının
başbuğu Kubasar, bir Kıpçaklıdır. Devletin, asker, maliye ve devlet
işlerinde Kıpçaklar söz sahibiydiler. Kraliçe Tamara'nın damarlarında da
(annesinden dolayı) Kıpçak kanı vardır (Rasonyı-1971: 145).
Selçuklu Türkleri tarafından sıkıştırılan Gürcistan, onlara karşı
savunmasız ve çaresiz kalmıştı. Gürcistan Kralı, Kuzey Kafkasya ve Kıpçak
Eli'nde yaşayan göçebe ve savaşçı Kıpçakları ülkesine davet etti. Bunlar
arasından çıkarılan 45.000 kişilik güçlü bir orduyla Selçuklulara karşı
saldırılara başladı. Gürcüler, Kıpçak ordusu sayesinde Tiflis şehrini
yeniden ele geçirdiler (Berdzenişvili-Canaşia-2000: 142-143).
Sarışın, insan güzeli ve Türk ırkının en yakışıklı soyundan olan Kıpçaklar,
Selçuklular tarafından ezilen Gürcistan hakimi Bagratlı hanedanını, büyük
bir kudretle canlandırdılar. 1080 yılından itibaren Selçuklu ülkesi
durumuna gelen Ahıska, Ardahan ve Göle dolayları, 1124'te Kıpçakların eline
geçti. Gürcülerle aynı dini, Ortodoks Hristiyanlığı paylaşan Kıpçaklar,
kendi hesaplarına fethettikleri Kür ve Çoruh boylarına (Ahıska, Ardahan,
Artvin ve Ardanuç dolaylarına) yerleştiler (Kırzıoğlu-1953: 377). Bugün Kür
ve Çoruh ırmakları boyu ile Çıldır Gölü çevresinde yaşayan halk,
Kıpçakların torunlarıdır (Kurat-1992: 84).
Gürcistan'a bağlı bir beylik iken bölgeye gelen İlhanlıların da yardımıyla
1267 yılında Tiflis'ten kopan Kıpçak Atabekliği Hükûmeti, III. Murat
zamanında, 1578 yılında Serdar Lala Mustafa Paşa ve Özdemiroğlu Osman
Paşanın fethiyle Osmanlı Devleti'ne katıldı (Zeyrek-2001). Bugün Ahıska,
Ardahan, Artvin ve Erzurum'un kuzey ilçelerindeki kilise kalıntıları,
Osmanlı zamanında Müslüman olan bu Ortodoks Kıpçakların hatıralarıdır.
Azerbaycan'da Kür ırmağı boylarında yaşayan bir efsane, edebî eserlere de
konu olmuştur. Azerbaycanlı şair Hüseyin Cavid, Şeyh San'an adlı manzum
piyesinde, konusunu halk arasındaki yaygın efsanelerden almıştır.
Arabistan'dan bu bölgeye gelerek İslâm dinini yaymağa çalışan din
adamlarıyla ilgili bir efsanede, Şeyh San'an'ın Tiflis-Gürcü Padişahının
güzel kızı Humar Hanıma karşı duyduğu aşk macerası anlatılır. Bu kız uğruna
Hristiyan hayatı yaşayan Şeyh, yedi yıl sonra kızı Müslüman eder. Birlikte
kaçmağa karar verirler. Bunları takip eden kralın askerleri yetişince,
âşıkların dileğiyle yer yarılır, âşıkları içine alır. Âşıkların girdiği
yerden kaynar sular çıkar. Kızına ve yaptıklarına üzülen kral, bu suyun
üzerine bir kilise yaptırarak hatıra bırakır (Kırzıoğlu-1953: 379-380).
Ortodoks Kıpçaklardan kalan hatıralardan biri de Kars ve Erzurum çevresinde
anlatılan "Şeyh San'an ile Kralın Sarı Kızı" efsanesidir. Bu efsaneyle
birlikte bir de türkü, günümüze kadar gelmiştir. Türküye geçmeden önce,
Ortodoks Kıpçak Türklerini Müslüman etmek için çalışan İslâm
misyonerlerinin macerasını ve sarışın Kıpçak kızlarının hatıralarını
yaşatan bir efsanenin iki varyantını özetleyelim:
Abdulkadir Geylanî'nin arkadaşı olan Şeyh San'an, bir bedduaya uğrayıp yolu
Penek'e düşmüş. Şeyh San'an, çobanlık yapıyor, Penek padişahının
domuzlarını güdüyormuş. Şeyhin nefsine ağır gelen domuz çobanlığı aynı
zamanda eziyetli bir işti.
Şeyh, bu şekilde çile doldurmakta iken, Penek padişahının biricik evlâdı
olan güzeller güzeli Sarı Kız'a da âşık olmuş. Hristiyan kız, şeyhin
aşkından habersizmiş. Bu duruma üzülen şeyh, Allah'a yalvararak kızın
gönlüne kendi aşkının düşmesini dilemiş. Dileği kabul olmuş. Kız da şeyhe
ilgi duymaya başlamış, hatta Müslüman olmuş. Yedi yıllık çilesi dolan şeyh,
bir gün Allahuekber dağlarından tef sesi geldiğini duydu. Bu ses, çilesinin
bittiğine işaretti. Meğer tefi çalan, Geylanî'nin gönderdiği kırk mücahit
müritmiş.
Şeyh, tef sesinin geldiği dağa doğru koşmuş. Onu gören Sarı Kız da
arkasından koşup yetişmiş. Bunu gören saray halkı, durumu padişaha
bildirmiş. Ordu, kaçak âşıkların ardına düşmüş. Şeyhle kız, Allahuekber
dağındaki kırk müride yaklaşmış. Bu durum, Mısır'da Abdulkadir Geylanî'ye
mâlum olmuş. Oradan attığı teber, şeyhe ulaşmış. Şeyh, bu teberle kâfir
ordusuyla vuruşmaya başlamış. Penek güzeliyle kırk mürid de cenge
girmişler. Kırk mürit şehit düşmüş. Şimdi onların yattığı yere Kırklar,
Kırk Şehitler Mezarlığı deniyor. Dağın tepesine yetişen Şeyhle sevgilisi de
tam tepede şehit düşmüşler. Bunların yattığı yer şimdi ziyaretgâhtır.
Buraya ağzı eğri gidenin düz geldiği, dileklerin kabul olduğu inancı
yaygındır (Kırzıoğlu-1949).
Bu efsanede geçen olayların yaşandığı yer, Gürcü tarih kaynaklarında Bana
olarak geçen Penek'tir. Penek, eskiden kalesi olan bir taht şehriydi. Dede
Korkut Oğuznamelerinde, "Ban Hisarı" denilen yer de burasıdır
(Kırzıoğlu-2000:76) Osmanlı zamanında, merkezi Ahıska olan Çıldır Eyaletine
bağlı bir sancak olmuştu. Burası günümüzde, Erzurum'un Şenkaya ilçesine
bağlı bir köydür.
Sarı Gelin türküsünün kaynağı olan bu efsanenin diğer bir varyantı, önce
mahallî bir gazetede, sonra da bir kitapta yer almıştır. Hüseyin Köycü
tarafından derlenen efsane, Şenkaya gazetesinin dokuz sayısında tefrika
edilmiş (Köycü-1950-51); bundan birkaç yıl sonra da Ali Rıza Önder'in
kitabına girmiştir (Önder-1955: 73-76).
"Şeyh Abdülkadir Geylanî'nin müritlerinden Sananî, şeyhine darılarak firar
etti. Yolu Erzurum ve Oltu'ya düştü. Burada tanıştığı bir dervişle yola
çıktılar. Penek suyu kıyısına geldiklerinde, derviş, genç Sananî'den
kendisini karşıya geçirmesini istedi. Sananî, bu teklifi kabul etmeyince,
dervişin, "Benden esirgediğin omuzlarına, domuz yavruları binsin!"
bedduasına uğradı. Misafir oldukları Hristiyan Penek beyinin güzel kızına
vurulan Sananî, misafirliği uzattı ve sarayın hizmetçileri arasına katıldı.
Kendisi sarayın domuz çobanı olmuştu.
Şeyhi Geylanî, müridi Sananî'nin bu hâlini öğrendi ve çok üzüldü. Beş yüz
müridinden, onu kurtarmalarını, gerekirse sevgilisiyle birlikte
getirmelerini istedi. Müritler, Sananî'yi, domuz güderken buldular; şeyhin
isteğini Sananî'ye bildirdiler. Sananî, ancak sevgilisiyle birlikte
gelebileceğini söyledi. Bir sabah erkenden kızı aldığı gibi, kendilerini
bekleyen müritlere doğru yola çıktı. Hep birlikte karlı dağa doğru
yürüdüler. Onların yokluğunu anlayan saray görevlileri, çevre köyleri
aradılar, bulamadılar. Dağlara yöneldiler. Âşıklar ve müritler, takip
edildiklerini anlayınca kaçmaya başladılar ve dağın güneyine sarktılar.
Takipçiler yetişince çetin bir savaş oldu. Bugünkü Allahuekber dağları,
adını bu müritlerin "Allahuekber" sedalarından almıştır. Âşıkların ve
müritlerin mezarları da ziyaret yeridir."
Bu iki varyant arasında küçük farklar olsa da, olayın özü ve motifler
aynıdır. Günümüze kadar gelen Sarı Gelin türküsünün kaynağı işte bu
efsanedir. Sarı Gelin, Penek beyinin kızı, Sinan da San'an veya Sananî'dir.
Görülüyor ki burada Ermeni yok!
Efsaneler, tarih değildir; onlardan bilimsel sonuçlar çıkarılamaz. Bununla
birlikte efsaneler, muhayyelesinden çıktığı milletin hangi değer
yargılarını benimsediğini gösterir. Onu ortaya koyanların nelere
inandığını, ne gibi ahlâk esaslarına değer verdiğini açıklar. Efsaneler,
bir milletin manevî nabzının ölçüsü, toplumsal mizacının ifadesidir.
Efsanelerde toplumun şuuraltı hazinelerinin anahtarları saklıdır
(Uyguner-1956).
Efsaneler, sebebi ve kaynağı bilinmeyen birçok olayın izahında, halk
muhayyelesinin meydana getirdiği hikâyelerdir. Bir folklorcunun dediği
gibi, efsaneler hayallerde doğar, gönüllerde beslenir, dudaklarda ve
kalemlerde yaşar (Önder-1955: 6). Zamanla yeni unsurlar alır ve büyür.
Sarı Gelin türküsüne konu olan efsane de, halkın dilinde yaşarken, kim
bilir, ne zaman ve hangi yeni olay üzerine türküye dönüşmüştür... Türkünün
ve efsanenin merkezinde bulunan kahramanlar aynıdır: Sarı Gelin ve Şeyh
San'an/Sinan.
1918 yılında, bir hey'etle birlikte kuzeydoğu illerimizi gezen tarihçi
Ahmet Refik Bey, Sarı Gelin türküsünü, Göle'nin Okçu köyünde tespit
etmiştir. Bu seyahat notlarından meydana gelen kitabında şunları yazıyor:
"Okçu köylü Ali'nin en güzel söylediği, Diyarbekir'de, Erzincan'da,
Erzurum'da Kürdî nağmelerle okunan bildiğimiz bir türkü. Fakat ezgiler
burada daha hüzünlü, daha kederli. Türkünün konusu gayet şâirane: Bir Türk
delikanlısı köyünde yaşayan bir Hristiyan kızını seviyor. Sabahleyin
tarlaya giderken peşinden ayrılmıyor. Akşamları sürüler ağıllarına dönerken
sevgilisinin güzelliğini seyrederek ruhunun ateşini dindirmeye çalışıyor.
Kalbi ve kafası o derece meşgul oluyor ki, sonunda taptığı haçı, sevdiği
salibi/haçı görmek istiyor. Kalbi heyecan içinde çarparak bir pazar sabahı
kalkıyor. Güneş yamaçlara altınlar serper, kuşlar tatlı cıvıltılarla
ortalığı şenlendirirken kiliseye gidiyor. Bir köşeye çekiliyor.
Sevgilisinin taptığı haçı, kilisede yapılan ayini seyrediyor. Türkü şöyle
başlıyor:
Vardım kilsesine baktım haçına
Mâil oldum bölük bölük saçına
Kız seni götürem İslâm içine
Vay Sinan ölsün Sarı Gelin
Âh seni vermem dünya malına.
Şarkının nakaratı o kadar hazin, o derece tesirli ki... Ali, elini şakağına
koymuş, gözleri yaş dolu, ruhundan kopan acılarla feryat ediyor:
Vay Sinan ölsün Sarı Gelin
Vay Sinan ölsün Sarı Gelin
Seni vermem dünya malına...
dedikçe güya ağlamak istiyor. Sarı Gelinler orada da mı bedbaht âşıkları bu
derece büyülemişler (Altınay- 2001: 71-72)
Sarı Gelin türküsünün halk ağzında dolaşan ikinci dörtlüğü de şöyledir:
Vardım kilsesine kandiller yanar
Kıranta keşişler pervane döner
Tersa sevmiş deyin el beni kınar
Vay Sinan ölsün Sarı Gelin
Seni saran neyler dünya malın.
(Seni alan neyler dünya malın)
Ünlü "Kars Tarihi" adlı eserinde, Kıpçaklardan bahsederken, Sarı Gelin
türküsüne de değinen Kırzıoğlu, bu türkünün Kars ve bir zamanlar halkı
Türklerden meydana gelen Erivan'da söylenen bir başka varyantını da
verir:
İrevan çarşı pazar
İçinde bir kız gezer
Elinde divit kalem
Dertliye derman yazar.
dörtlüğü ile başlayıp:
Sarı Gelin, sarı kız
Ettin ömrüm yarı kız
nakaratlarıyla ve bar/halay havası olarak da söylendiğini belirtir
(Kırzıoğlu-1953: 380-381).
Kırzıoğlu, türküde:
Sarı kız, Sarı Gelin
Dünyanın varı gelin
nakaratı olduğunu da şifahen belirtmiştir.
Burada bahsettiğimiz on birli ve yedili heceyle söylenen iki çeşit Sarı
Gelin türküsü olduğu anlaşılıyor. Her iki türküde de Sarı Gelin ve Sinan
isimleri geçiyor. Bu isimlerin efsanedeki Şeyh San'an ile sevgilisinden
geldiği açıktır. Ünlü Türkolog Prof. Dr. Kırzıoğlu, "Sarı Gelin türküsü ve
Şeyh San'an efsanesi, XII. yüzyılda Kafkaslar kuzeyinden gelen Ortodoks
Kuman/Kıpçakların hatırasından kalmıştır." diyerek türkünün kaynağını kesin
şekilde belirtiyor (Kırzıoğlu-1958: 133).
Ünlü şair ve yazar Ahmet Hamdi Tanpınar, Erzurum halk havalarından
bahsederken, "Erzurum çarşı pazar, diye başlayan bu türkünün canlandırma
kudretine daima hayran oldum." Demektedir (Tanpınar-1976: 201).
Sarı Gelin, bir oyun havası olarak, Kars oyunları arasında da geçmektedir
(Bugün-1959). Gazimihal'in, "Yurt Oyunları Kataloğu" ile Kırzıoğlu'nun,
"Kars İli Halk Oyunlarının Adları"nda Sarı Gelin'i de görüyoruz (Tan-1977;
Kırzıoğlu-1960).
Azerbaycan'da söylenen Sarı Gelin nakaratlı türkünün ilk kıtası
şöyledir:
Saçın uzun hörmezler
Gülü gonçe dermezler
Bu sevda ne sevdadır
Seni mene vermezler
Neynim aman Sarı Gelin (Namazeliyev-1993: 62).
Sarı Gelin türküsünün bir Türk eseri olduğunu böylece ortaya koyduktan
sonra, meselenin Ermeni tarafına da bakalım. Şunu hemen belirtmeli ki,
türkünün ortaya çıktığı coğrafyada Türk unsuru hakimdir. Ermeniler ise bir
azınlıktır. Büyük imparatorluklar kurmuş bir milletin, kendi himayesinde
yaşayan bir azınlıktan türkü, hele oyun havası alması uzak bir
ihtimaldir.
İkinci bir husus da türkünün dayandığı mevcut folklor malzemesidir. Bu
malzeme olmasaydı, türkünün kaynağı meçhul kalacaktı. O zaman, bir
propagandaya malzeme olsa da, türkünün Ermeni mahsulü olup olmadığı
tartışılabilirdi. Hâlbuki durum öyle değil. Türküyü ortaya çıkaran kuvvetli
halk edebiyatı verimlerine sahibiz.
Osmanlı Devleti zamanında, Türk'ün sadece kuvveti değil kültürü de üstündü.
Bu üstünlük, diğer kavimleri de derinden etkilemiştir. Klasik müziğimizdeki
Ermeni besteciler, bunun açık delilidir. Bizim ruhumuzu terennüm eden
nağmeleri onlara çaldıran ve söyleten, bizim kültürümüzün zenginliği ve
derinliğidir.
Ermenilerin âşık edebiyatımızdaki yeri üzerinde lâyıkıyla durulmamıştır.
Bilhassa XIX. yüzyılda çok güçlü olan âşık edebiyatımızın etkisinde kalan
Ermeni âşıklar bulunmaktadır. Buna en canlı örnek, Ahılkelekli Kenziya'dır.
Posoflu ünlü halk şairi Yusuf Zülâlî, defterlerinden birinde, Kenziya'dan
bahsetmektedir. Zülâlî, Kenziya'yla 1892 yılında Batum'da karşılaşmıştır.
Bu sazlı sözlü karşılaşma esnasında, Kenziya şöyle demektedir:
Bir anadan bir babadan gelmişiz
Biz buna etmişiz iman Zülâlî
Eğer böyle ise niçin olmuşuz
Biz size siz bize düşman Zülâlî?
Kenziya, bir yerde de şöyle demektedir:
Cami, kiliseyi birleştirelim
Bu halkı oraya yerleştirelim
Allah Allah diye dilleştirelim
Birdir, iki değil Sübhan Zülâlî
İki âşıkın karşılıklı söyleşmesi, bu dostluk havası içinde devam
etmektedir. Bu deyişmenin büyük bir bölümü elimizde bulunmaktadır.
Zülâlî (1873-1956), eski yazıyla kaleme aldığı hatıralarında, Kenziya'nın
çok iyi Türkçe konuştuğunu, saz çaldığını, Âşık Kerem hikâyesini Ermeniceye
çevirdiğini ve Bayburtlu Zihnî'nin şiirlerini pek sevdiğini haber
vermektedir.
Ermenilerin, Türk halk hikâyelerini kendi dillerine çevirdiklerini, bunu
yaparken İslâmî motifleri değiştirdiklerini biliyoruz. XIX. yüzyılın
sonları ile XX. yüzyılın başlarında, Ermeni halkı arasında, hayli ilgi
gören halk hikâyelerimiz, defalarca basılmıştır.
Türk halk hikâyelerini Ermeniceye çeviren iki önemli isimden biri halk
şairi Civanî (1846-1909), diğeri de Agek Muhtaryan'dır. Bunlar, Âşık Garip,
Kerem ile Aslı, Şah İsmail, Ferhat ile Şirin, Asuman ile Zeycan, Köroğlu,
Emrah ile Selvi, Leylâ ile Mecnun vb. gibi ünlü halk hikâyelerini,
"tercüme, tebdil ve neşr etmişlerdir."
Civanî'nin çevirdiği, Kerem ile Aslı hikâyesi, 1888 yılında Gümrü'de
basılmıştır. Bu eser, sonraki yıllarda birkaç defa daha basılmıştır.
Muhtaryan, Civanî'den farklı olarak, yaptığı tercümelerde, bu hikâyelerdeki
şiirleri, eserin aslında olduğu gibi muhafaza etmiş ve bu koşmaları her iki
dilden vermiştir. Azerbaycanlı İsrafil Abbasov, bunları uzun bir makale
çerçevesinde tahlil etmiştir (Abbasov-1977: 54-137). Bu tahlillerden şu
sonuç çıkıyor: Ermeniler ne şekilde tercüme ederlerse etsinler, bu
hikâyeler, aslî sahibi olan Türk milletine aittir.
Ermeniler, yüzyıllarca aynı coğrafyada yaşadıkları Türklerin kültüründen
derinden etkilenmişlerdir. Papazlar, mahallî örf ve âdetleri Türk
etkisinden kurtarmak için çok çaba göstermişlerdir. Bu çabalarında kısmen
başarılı olmuşlarsa da, Türk halk musıkisini terennümden vazgeçirtip Ermeni
halk şarkıları icad etmek hususunda başarılı olamamışlardır. Bu bilgileri
aktaran tarihçi ve musıki araştırmacısı Kösemihal (1900-1960), 1929 yılında
basılan kitabında:
"Tahkik ettik, (Erzurum Ermenileri) bundan otuz sene evvel yalnız bizim
türküleri söyleyip bar oynarlarmış. Yozgat, Bayburt Ermenilerinin yalnız
Türkçe türküler kullandıklarının en güzel delili, bu havali Ermenilerinin
bundan yetmiş sene kadar evvel Ermeni harfleriyle yazıp E. Litman'ın
neşrettiği Türkçe türkü güfteleridir." demektedir (Kösemihal-1929: 34-36).
Sarı Gelin, Kars ve Erzurum çevresinde efsane, türkü ve oyun olarak
yaşamakta; halk kültürümüzün birden çok unsurunda yer almış
bulunmaktadır.
Birbirini çok seven iki âşıktan birinin, başka bir kavimden, başka bir
dinden olması, halkımız tarafından olumlu karşılanmıştır. Bu hoşgörüyü dile
getiren manilerden biri şöyledir:
Bahçelerde mormeni
Verem ettin sen beni
Ya sen İslâm ol ahçik
Ya ben olam Ermeni
Kerem ile Aslı Hikâyesi'nin Aslı'sı, bir Ermeni keşişinin kızıdır
(Banarlı-1971: 729). Bu Ermeni kızının adı, yüz yıllardan beri Türk
kızlarına isim olmaktadır. Bir başka hikâye veya efsane kahramanının Ermeni
olması da mümkündür... Sarı Gelin de gerçekten Ermeni olsaydı, öylece kabul
edilebilirdi.
Bütün bu açıklamalardan sonra, Sarı Gelin türküsünün, nerede söylenirse
söylensin, hakim toplum olan Türklerden alındığı kesin olarak
anlaşılmaktadır. Bu türkünün hiçbir yerinde Ermeni unsuru yoktur.
Ermeniler, bir gün oluyor, el dokumalarımızdaki motiflere, bir gün oluyor
ünlü bir mimarımıza sahip çıkıyorlar. Şimdi de Sarı Gelin türkümüzün,
kendilerine ait olduğunu söylüyorlar. Bu iddianın da, Anadolu toprakları
üzerindeki hayallerinden farkı yoktur.
Bir politikacı tarafından yazılan romanın, Ermeni bir vatandaşımız
tarafından senaryo hâline getirilmesiyle, güzel bir türkümüzün Ermenilere
mal edilmesi meselesi, iki yıldan beri tartışılmaktadır. Gazeteciler,
türkücüler, şarkıcılar, kahveciler ve dernekçiler konuşuyor.
Halk edebiyatı sahasında çalışan bilim adamlarımız, bu tür konulara
eğilmelidir.
Kaynak: Yunus Zeyrek - Gazi Üniversitesi
____________________
İnsan sevincin ürünüdür. Kötülüklerin, karamsarlıkların ürünü olamazki...
____________________
Türküler..
Cennet kadar sır, insan kadar zahir.