RUHUMUZU YAKALAMAK
Meksika'da İnka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog,
birkaç yerli rehberle yola koyuluyor. Dağın tepesindeki tapınaklara giden
uzun yolu, kısa bir sürede yarılıyorlar. Aynı hızlı tempoyla biraz daha yol
aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında konuşup birden yere oturuyor ve
böylece beklemeye başlıyorlar. Tabii Avrupalı arkeologlar buna bir anlam
veremiyorlar.
Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola koyuluyorlar,
sonunda tepenin üstündeki görkemli İnka tapınaklarına geliyorlar.
Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere soruyor, hiç anlayamadım, niye yolun
ortasına oturup saatlerce yok yere bekledik? Yaşlı rehberin cevabı o kadar
güzel ki; çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta
kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik...
Neden içimizde hep bir eksiklik duygusuyla yaşadıgımızı, neden mutlu olmayı
beceremedigimizi, neden kendimiz olmayı başaramadığımızı ve 'neden' ile
başlayan daha bir dolu sorunun cevabını açıkça veriyor İnkalar‘ın
yaşlı torunu. Çünkü bu aptal hayat içinde o kadar hızla yol alıyoruz ki,
ruhumuz çok arkada kaldı, hatta onu nerelerde unuttuğumuzu bile
hatırlayamıyoruz. Çocuğunu kaybeden annelerin çılgınlığında bir sağa bir
sola saldırıyoruz hepimiz, ama bir farkla, biz neyi aradığımızı bile
bilmiyoruz...
Herkes bir arayış içinde, ama hiç kimse ne aradığını bilmiyor. Sanıyoruz ki
çok paramız, sürekli yükselen bir kariyerimiz, bahçeli bir evimiz, spor bir
arabamız olunca biz de çok mutlu olacağız. Hadi maddeciliği bir kenara
bırakalım; niye herkes aşktan şikayetçi? Çevremizde kaç kişinin aşk hayatı
iyi gidiyor? Eminim parmakla sayılacak kadar azdır. Ve eminim hiç kimse
yanlışın nerede olduğunu da bulamıyordur.
Ben ten uyuşması kadar ruh uyuşmasının önemine inanırım. Hatta insanların
eş ruhlarının olduğuna bile inanırım. Ama ruhları olmayan bedenler
birbirleriyle ne kadar uyuşabilir ki? Evet, önce göz görür fakat ancak ruh
sever. Ayrıca ruhumuz olmadan eş ruhumuzu bulmak gibi bir şansımız
olmadığına da eminim... İşte bu yüzden içimizde sürekli bir eksiklik
duygusuyla yaşıyoruz hepimiz, işte bu yüzden sürekli duvarlara çarpıp
çarpıp kendimizi kanatıyoruz ve işte bu yüzden mutluluğu bir türlü
yakalayamıyoruz...
Gerçekte hız çağında yaşıyoruz. Her şey o kadar hızlı geçiyor ki, ne işe,
ne arkadaşlarımıza, ne ailemize, ne çocuğumuza, ne kendimize yeterince
vaktimiz kalmıyor. Akrep ve yelkovanla yarış halindeyiz. Bu yüzden bütün
ilişkiler yarım yamalak, bütün sevgiler bölük pörçük. Sevmeye bile vaktimiz
yok bizim. Oysa teknolojinin nimetlerinden fazlasıyla yararlanıyoruz. Ne
çamaşır yıkıyoruz ne de bulaşık, çayımızı kahvemizi makineler yapıyor,
işlerimizi bir telefon, bir faksla hallediyoruz. Uçaklar bizi iki saat
içinde dünyanın bir ucuna taşıyor. Hatta artık gitmeye bile gerek yok,
internetle dünya elimizin altında. Ama yine de vaktimiz yok işte! Bence
doğanın kara bir laneti bu. Biz ondan uzaklaştıkca, o da bizden bütün
zamanları çalıyor.
Evet freni patlamış kamyon gibi yaşamanın hiç anlamı yok. Ayağımızı gazdan
yavaş yavaş çekelim ve biraz mola verip ruhumuzun da bize yetişmesini
bekleyelim artık. Aceleye ne gerek var? Hayat yalnız biz izin verdigimiz
gibi geçer. İyi ya da kötü, hızlı ya da yavaş... Her şey bizim elimizde,
sevgi de, aşk da, başarı da. Ama ancak kendi ruhumuzla buluştuğumuzda...
Alıntı
____________________
Zengin bir kalp yoksa , servet çirkin bir dilencidir