|
Junior Member Cevaplar: 13 kayıt olmuş: 18/3/2009 Durum: ÇevrimdışıCinsiyet:
|
|
Yazılış Tarihi: 8/7/2009 Saat 20:20 |
|
|
Doğu Türkistan, Türkistan’ın bir parçasıdır. Türkistan, batıda Hazar
Denizi’nden, doğuda Altay ve Altın Dağları’na; güneyde Horasan,
Karakurum Dağları’ndan, kuzeyde Ural Dağları ile Sibirya’ya
kadar uzanmaktadır. Doğu Türkistan; Türkistan’ın doğusunda ve Asya
kıtasının tam ortasında bulunmaktadır. Güneyde Pakistan, Hindistan, Keşmir
ve Tibet, güneybatı ve batıda Afganistan ve Batı Türkistan, kuzeyde Sibirya
ve nihayet doğu ve kuzeydoğuda Çin ve Moğolistan ile sınırdır.
Doğu'da Çin ve Moğolistan, kuzeyde Batı Türkistan, batıda Batı Türkistan
ile Afganistan, güneyde Keşmir ve Tibet ile çevrilmektedir. Doğu
Türkistan'ın büyük bölümü Karakoram, Tanrı Dağları, Tarbagatay ve Altay
sıradağları ve Taklamakan Çölü ile kaplıdır. Bu bölgede büyük ölçüde 8
milyon Uygurlar, bir Müslüman Türkçe konuşan insanlar yaşar.
Doğu Türkistan, günümüzde 1,65 Milyon km2 alanı kapsar, önceleri resmi
kaynaklara göre 1,82 milyon km2 alanı kapsardı. Güneydeki Kunlun Dağları,
Doğu Türkistan ile Tibet arasında sınır, ve kuzeydeki 400 kilometre uzun
Altay Dağları Doğu Türkestan ile dış Moğolistan, Rusya ve Kazakistan
arasında sınır oluşturur. Tanrı Dağları 1700 kilometre uzunlukta ve 250-300
kilometre genişlikte, büyük bir bölümü Doğu Türkistan'da, güneyden kuzeye
doğru uzanırlar.
Çok zengin bir tarihe sahip ve görkemli görünümlü Doğu Türkistan, yüksek
dağlarla, çok iyi ve ilginç çöllerle, güzel otlaklar ve ormanlarla
kaplıdır.
Çin, 20. yüzyıla, İngiltere, Fransa, Almanya, Japonya ve Rusya gibi
ülkelerin baskıları altında ezilmiş ve paramparça olmuş bir imparatorluğun
kalıntıları üzerinde girdi. Ülkede imparatorluk rejimi yıkıldıktan sonra,
on yıllar boyunca güçlü bir merkezi otorite kurulamadı. Ancak 1949 yılında
iktidara gelen Komünist Parti ile birlikte, Çin kısa sürede büyük bir korku
rejimine dönüştü. Bu dönüşüm sürecinde on milyonlarca insan söz konusu
kanlı ideolojinin baskıcı ve totaliter uygulamaları nedeniyle hayatını
kaybetti. İktidarını ancak şiddetle muhafaza edebilen ve komünizmin belki
de en acımasız ve en vahşi uygulamasını yürürlüğe koyan Çin Komünist
Partisi, tüm Çin halkı için tek tip bir yaşam ve düşünce tarzı belirledi.
Bu dönem boyunca, komünist iktidarın kurallarına uymayanlar ise acımasızca
yok edildi.
Bugün görünürde komünizmin vahşi uygulamaları sona ermiştir. Artık insanlar
kupon karşılığı yemek almıyor, tek tip giyinmeye zorlanmıyor, Mao'nun
"küçük kırmızı kitabı"nı ezberlemedikleri için işkence görmüyorlar. Ancak
komünist rejimin yeni dünya düzenine uyarlanan versiyonu tüm
acımasızlığıyla hayatta...
Çin Komünist Partisi'nin gözünde insan ancak ürettiği müddetçe değerlidir
ve sadece Komünist Parti'nin belirlediği şekilde ve belirli sınırlar
dahilinde düşünebilir. Düşündüklerini de aynı katı sınırlar içinde dile
getirebilir. Nitekim bugün Çin'in dört bir yanında bulunan çalışma
kampları, bu kamplarda çalışan milyonlarca insanı aşağılayan ve sömüren bir
çalışma düzeni, halkın gözü önünde gerçekleştirilen toplu idamlar,
hapishanelerde yaygın olarak başvurulan işkence yöntemleri, idam edilen
mahkumların organlarının ticari malzeme olarak kullanılması, komünist
yönetimin bu çirkin yüzünü ortaya koymaktadır. Buna rağmen özellikle son
yirmi yıldır çeşitli basın organlarında Çin'in liberal ve demokrat bir
çizgiye doğru hızla ilerlediği propagandası yapılmaktadır. Ancak burada çok
önemli bir nokta göz ardı edilmektedir. Çin'in çeşitli gerekçelerle
ekonomik alanda kapitalist uygulamalara geçmesi ve kapılarını bazı
alanlarda yabancı yatırımcılara açmış olması, bu ülkenin siyasi yapısında
ve ideolojisinde bir değişim yaşandığı anlamına gelmemektedir. Aksine
yukarıda belirttiğimiz insanlık dışı uygulamalar, iktidardaki Çin Komünist
Partisi'nin zihniyetinde değişen bir şey olmadığını göstermektedir. Söz
konusu komünist vahşetin en çok hedefi olan bölge ise, Uygurlu Müslüman
Türklerin yaşadığı Doğu Türkistan'dır. Çin'in en batı noktasında yer alan
Doğu Türkistan yaklaşık iki asırdır işgal altındadır ve özellikle son elli
yıldır komünist Çin yönetiminin despot rejimi altında ezilmektedir. Doğu
Türkistan, Çin'in propagandaları neticesinde dünya kamuoyu tarafından
'Xinjiang' -Sincan- (Çince "yeni kazanılmış topraklar") olarak
tanınmaktadır ve çoğu insan bu topraklarda yaşanan insanlık dramından
habersizdir. Oysa nüfusun çoğunluğunu Uygur kökenli Müslümanların
oluşturduğu Doğu Türkistan'da, Çin Komünist Partisi tarafından, Çin'in
hiçbir bölgesinde yaşanmayan boyutlarda şiddet ve baskı uygulanmaktadır.
İşkence, idam, çalışma kampları, dini baskı Doğu Türkistan'da uzun
yıllardır günlük hayatın bir parçası haline gelmiştir.
Müslümanlar sadece dinlerini yaşamak istedikleri için tutuklanmakta,
işkenceleri ile ünlü Çin hapishanelerinde aylar, hatta yıllar boyunca
tutulmakta, özgürlük ve demokrasi taleplerini dile getirenler acımasızca
idam edilmektedir. Bunun yanı sıra Çin'in asimilasyonist politikaları Doğu
Türkistan'ın çoğunluğunu oluşturan Müslümanların, dillerini konuşmalarını,
kültürlerini devam ettirmelerini engellemekte ve hatta diledikleri kadar
çocuk sahibi olmalarını bile yasaklamaktadır.
Hacca gitmeleri, namaz kılmaları ve oruç tutmaları engellenen Doğu
Türkistan Müslümanlarının bekledikleri yardım ise dünyanın dört bir
yanındaki vicdanlı insanlar için son derece kolaydır: Bu komünist zulmün
sona ermesi için fikri bir mücadele yürütülmesi ve yaşanan zulmün tüm
dünyaya duyurulması için çaba sarf edilmesi...
Çin'in, Doğu Türkistan'ı, her türlü iletişim imkanını kısıtlayarak dünyaya
kapalı bir bölge haline getirmesi, bölgede yaşanan insanlık dramının tüm
boyutları ile öğrenilmesini engellemektedir. Ancak bu, Doğu Türkistan'da
ezilen ve zulüm gören masum insanları unutmak ve bu konuda duyarsız
davranmak için geçerli bir mazeret değildir. Bu nedenle Doğu Türkistan
konusunda dünyaya hakim olan bu sessizliği ortadan kaldırmaya yönelik her
türlü fikri çaba son derece önemlidir. Kapalı kapılar ardında yaşanan
insanlık dışı olayların tüm boyutları ile gözler önüne serilmesi, hem bu
mazlum halkın sesini duyurmasına vesile olacak, hem de dünya kamuoyunun
dikkatini bu konuya çekecektir.
Çin'in dört bir yanında yarım asırdan uzun bir süredir devam eden komünist
zulmün temel nedenlerini tespit etmek, hem de mazlum Doğu Türkistan
halkının sesini duyurmaktır. Doğu Türkistan Müslümanlarının huzura ve
güvenliğe kavuşmaları için yapılacak her türlü girişimin başarıya ulaşması,
zulmün temel sebeplerinin doğru tespit edilmesi ve bunlarla gereği gibi
mücadele edilmesi ile mümkündür.
Doğu Türkistan'a yapılan zulümlerin temel nedeni, Çin Devletine hakim olan
materyalist felsefe ve komünist ideolojidir. Hayatın bir tür yaşam
mücadelesi olduğunu ve ilerlemenin sadece çatışma ile sağlanabileceğini öne
süren materyalist felsefenin neden olduğu şiddetin ortadan kalkması, ancak
Allah'ın emrettiği ahlakın insanlar tarafından kabul edilmesi ve hayata
geçirilmesi ile mümkündür. Allah insanlara adaleti, hoşgörüyü, sevgiyi,
merhameti, saygıyı, fedakarlığı, paylaşmayı, özveriyi ve affediciliği
emretmiştir. Farklı etnik kökenlerin, bir çatışma nedeni olmadığını,
insanların birbirlerinin ırklarına, dillerine, inançlarına saygı
göstermeleri gerektiğini bildirmiştir. Bu ahlak anlayışının yeryüzünde
kabul görmesi, barış, huzur ve hoşgörünün tek çaresidir. Yeryüzünü bir
zulüm yurdu haline getirenlerin temel dayanak noktası olan materyalist
ideolojiye karşı verilecek fikri mücadele de, işte bu nedenle yeryüzünde
adaletin ve barışın hakim olması için yapılması gereken en önemli
mücadeledir.
KORKU DEVLETİ ÇİN
Komünist Parti'nin 1949 yılında iktidara gelmesiyle Çin çok kısa bir sürede
tüm dünyaya korku salan bir devlete dönüştü. Ve ilk günlerdeki şiddete ve
baskıya dayalı politikası, hiçbir kesintiye uğramadan bugüne kadar devam
etti. Komünist ideolojinin insana ve her türlü insani olguya karşı
takındığı duyarsız ve acımasız tutum, insanlar arası ilişkileri
mekanikleştiren maddiyatçı yaklaşım, şefkatli ve adaletli bir yönetim
anlayışı yerine, acımasız ve zalim bir yönetim anlayışına sebep olmaktadır.
Mao'nun kurduğu komünist Çin'de, düzenin ve istikrarın ancak korku ve
şiddetle sağlanabileceği inancı hakimdir. Bunun için devlet, tüm bireylerin
özel yaşamlarını son derece sıkı bir denetim altında tutmakta, en ufak bir
şüphede kişiyi acımasızca cezalandırmaktadır. Çin'de bir vatandaşın
cezalandırılması için ciddi bir suç işlemesine gerek yoktur. Çin Devleti,
yurt dışında yaşayan kocasına gazete kupürleri gönderen bir kadını,
rahatlıkla, Çin'in devlet sırlarını ifşa etmekle suçlayıp
tutuklayabilmektedir.1 Ya da yabancı bir gazeteciye sıradan bir demeç veren
bir kişiyi vatan hainliği ile suçlayıp çalışma kampına gönderebilmektedir.
Doğal olarak bu şartlar altında güvenlik, huzur ve istikrar yerine
tedirginlik, korku ve güvensizlik hakimdir. Böyle bir toplumsal yapıda
sevgi, özveri, merhamet gibi duygulardan bahsetmek pek mümkün olmadığı gibi
özgürlükten, demokrasiden ve insan haklarından bahsetmek de imkansızdır.
Çin vatandaşları, hükümetin herhangi bir hatasını eleştiremez, ne
düşündüklerini özgürce ifade edemez, yenilikten veya değişimden
bahsedemezler. Buna yeltenenlerin akıbeti diğerleri için yeterince
caydırıcıdır.
Her ne kadar bazı Batılı çevreler ekonomide yapılan liberal reformları öne
sürerek Çin'in demokratikleştiğini düşünseler de, Kızıl Çin hükümetinin
dikta rejiminden vazgeçmeye hiç niyeti yoktur. Çin topraklarında yaşananlar
bunun ispatıdır ve gerek Çin gerekse Doğu Türkistan halkları da acımasız
uygulamaların en önemli şahitleridir.
Komünist Parti Oligarşisi
Çin Halk Cumhuriyeti, yargı, yürütme ve yasama organlarının tek bir
idareye, Çin Komünist Partisi'ne bağlı olduğu, totaliter bir rejimdir.
Ulusal ve bölgesel olarak polis teşkilatında, orduda ve sivil
örgütlenmelerde asıl kadro Komünist Parti yöneticileridir. Parti
yöneticileri görev başındayken olduğu kadar, emekli olduktan sonra da
itibarlıdırlar. Komünist Parti bu örgütlenmesi sayesinde hayatın hemen her
alanında hakim konumdadır. Dolayısıyla siyasi ve sosyal yaşamda komünist
ideoloji dışına çıkılması mümkün olmaz. Bireylerin düşünceleri, inançları
ve uygulamaları komünist ideolojiye ve Parti'nin emirlerine göre olmalıdır.
En ufak bir sapma ve hatta sapma ihtimali ağır bir şekilde cezalandırılır.
Çin konusunda uzmanlaşmış olan İngiliz gazeteci John Mirsky, bu komünist
iktidarı şöyle tanımlar:
… Onlar (Komünist Parti) için istikrar, büyüklerin ve Komünist
Parti'nin aralıksız iktidarda olması ile eş anlamlıdır. Bu duruma yönelik
herhangi bir tehdit, onlara göre en etkili olduğunu düşündükleri şeyle,
kaba kuvvetle, karşılık görmelidir.
Bunun en çarpıcı örneği Mao tarafından gerçekleştirilen "Büyük Atılım" ve
"Kültür Devrimi" kampanyaları sırasında yaşanmıştır. Halkın komünizme
teslim olması ve komünist ideolojiyi hayata geçirmesi için son derece
acımasız ve zalimce yöntemlere başvurulmuştur. Köylüler ürünlerini
komünlere vermeyi ve komünist üretim anlayışına geçmeyi kabul edene kadar
bilinçli olarak aç bırakılmış, en ağır şartlarda çalıştırılarak ezilmiştir.
Milyonlarca insanın hayatını kaybettiği bu uygulama sırasında komünizme
karşı olanlar da doğal olarak elimine edilmiştir. Aydın ve eğitimli kesimi
hedef alan Kültür Devrimi ise, ülkedeki tüm muhalif sesleri olabilecek en
gaddar şekilde susturmuştur. "Devletin üst kadrolarında dahi halen
komünizmi benimseyememiş kişiler olduğunu ve bunların eğitilmesi
gerektiğini" öne süren Mao'nun talimatıyla başlayan Kültür Devrimi,
ülkedeki hemen her eğitimli ve mevki sahibi insanın aşağılanması, dövülüp
işkence görmesi ve hatta idam edilmesi operasyonu olmuştur. Mao'nun
öngördüğü tek tip kıyafeti giymedikleri, komünist marşları ezbere
bilmedikleri gibi sıradan bahanelerle insanların işkence görüp
katledildikleri bu dönem sonunda Mao'nun istediği olmuş, komünizm artık
insanların "zihinlerine tam olarak yerleşmiştir". (Mao döneminde yaşanan
vahşetle ilgili daha detaylı bilgi için bkz. Komünizm Pusuda, Harun Yahya,
Vural Yayıncılık, 2001).
Mao'nun, komünist Çin'i kurduğu 1949'dan günümüze kadar geçen süre
içerisinde bu baskı ve tehdit rejimi, Komünist Parti'nin kapsamlı
örgütlenmesi ile muhafaza edildi. Neredeyse beş-on kişi başına bir sivil
polisin düştüğü, herkesin bir diğerinin ihbarcısı konumuna geldiği bu
ortamda Komünist Parti otoritesini şiddete ve güce dayandırarak ayakta
tuttu. Bunun için daha ilk günden acımasız bir ordu ve polis
teşkilatlanması oluşturuldu. Devlet ve Halk Güvenlik Bakanlığına bağlı
Halkın Silahlı Polisi (PAP) ve Halkın Kurtuluş Ordusu (PLA) bu sorumluluğu
üstlendi. İlk kurulduğu günden beri Komünist Parti'nin silahlı kolu olarak
hareket eden PLA, 6 milyon askeri ile, bugün dünyanın en büyük ordusu
konumuna gelmiştir.
Komünİst ÇİN'DEKİ VAHŞETİN İDEOLOJİSİ
Doğu Türkistan Müslümanlarının yaşadıkları eziyeti ve işkenceyi örnekleri
ile ele alacağız. Bunun yanısıra komünist Çin yönetiminin kendi halkına
yaptığı zulmü de inceleyeceğiz. Bu örnekleri okurken, çoğu zaman
acımasızlığın nasıl bu kadar sıradan bir uygulama gibi yaşandığına,
zalimliğin ve gaddarlığın nasıl bu kadar olağan karşılandığına
şaşırabilirsiniz. Ancak unutmayınız ki, Allah'ın inkar edildiği, insanların
kendilerinden başka kimseye karşı sorumlu olmadıklarını düşündükleri,
ahiret inancının olmadığı toplumlarda sevgi, merhamet, affedicilik, acıma
gibi hislerin yerini bencillik, acımasızlık ve zalimlik alır.
Bu önemli sorumluluğu yerine getirirken, din düşmanı ideolojilerin tüm
yönleri ile deşifre edilmesi ve dayanak noktalarının çökertilmesi de güzel
ahlakın yaygınlaşması için yapılacak fikri mücadelenin önemli bir
safhasıdır. Doğu Türkistan ve Çin söz konusu olduğunda ise bu ideolojinin
adı komünizmdir.
Materyalist bir dünya görüşüne sahip olan komünist ideolojiye göre, tek
mutlak varlık maddedir ve tarihi, ekonomik ve sosyolojik süreçler de dahil
olmak üzere gelişen her türlü olay maddenin farklı formlarının bir
yansımasıdır. Buna göre herşey sürekli bir değişim ve gelişim
içerisindedir. Ve bu gelişimin itici gücü çatışmadır. Tüm evren gibi
insanlık tarihi de çatışma sayesinde gelişmiş, insan bu çatışma sayesinde
ilerlemiştir. (Detaylı bilgi için bkz. Komünizm Pusuda, Harun Yahya, Vuran
Yayıncılık, 2001)
Gelişmek için sürekli çatışmanın olması gerektiğini savunmak ise, gerçekte
insanlığı tamamen ortadan kaldırmaya doğru bir adım, sonu gelmez bir kan
dökme kuyusudur. Bu durumda, bu ideolojilerin takipçileri sürekli
birbirleri ile çatışır, birbirlerine zulmeder, ilerleme adı altında
birbirlerinin kanını dökerler. Allah'ın insanlara emrettiği sevgi, saygı,
fedakarlık, paylaşma gibi insani duygular, özlenen barış ve huzur ortamı
tamamen ortadan kalkar. Hatta bu gibi ulvi özelliklerin toplumun
ilerlemesinin önünde engel olduğu düşünülür. Bu ideolojiyi Çin'de hayata
geçiren Mao, ardında 60 milyonu aşkın ölü, on milyonlarca işkence görmüş
insan ve acımasız bir toplum bırakmıştır.
Oysa çelişkiler ve zıtlıklar, vahşet ve katliam yapmayı gerektirmez.
Zıtlıklar her yerde mevcuttur. Gece ile gündüz, karanlık ile aydınlık,
soğuk ile sıcak, iyi ile kötü hep vardır. Ancak bu zıtlıklar güzelliklerin
vurgulanması, hoşgörü, barış ve bağışlama gibi güzel ahlak özelliklerinin
ortaya çıkması için yaratılmışlardır.
Aynı durum fikri alanda da geçerlidir. İnsanların farklı düşünüyor veya
inanıyor olmaları, birbirlerini öldürüp acımasızca katletmelerine gerekçe
olamaz. Allah insanlara düşmanlarına dahi güzel davranışlarda bulunmayı,
güzel söz söylemeyi emreder. Her çelişki, Kuran ahlakının getirdiği akıl ve
vicdana sahip insanlar tarafından barış, huzur ve hoşgörü ortamında
çözülür.
Ancak komünizm bunun tam zıttını iddia eder. Nitekim komünizmin en önemli
unsurlarından biri olan çatışmacılık, insanları bir tür gelişmiş hayvan
olarak gören Darwinist düşünce ile birleşince ortaya milyonlarca insanın
ölümüne, bir o kadarının da hayatlarının kararmasına neden olan vahşetler
çıkmıştır. Bu nedenle Mao ve onun takipçileri, birer hayvan sürüsü olarak
gördükleri halkın çektiği acılardan hiçbir şekilde etkilenmemiş, bunu
doğanın makul ve normal bir işleyişi olarak görmüşlerdir.
Mao'nun, komünizme muhalif olanları Darwinist önyargı ile hayvan olarak
kabul edişi, Harvard Üniversitesi'nden tarihçi James Reeve Pusey'nin China
and Charles Darwin (Çin ve Charles Darwin) adlı kitabında şöyle
vurgulanır:
Mao Tse-Tung 1964 yılında, bütün aşağılık hayvanlar yok edilecektir diye
tehdit savurmuştu. Bununla düşmanlarını insanlıktan çıkarıyordu, bu kısmen
Çin geleneğindeki abartıya, kısmen de Sosyal Darwinist realizme
dayanıyordu. Aynen anarşistler gibi, devrime tepki duyanları evrimsel
başarısızlıklar olarak görüyor ve soylarının tükenmesini hak ettiklerini
düşünüyordu. Halkın düşmanları insan değildi ve insan olarak muamele
görmeyi hak etmiyorlardı.
Mao'nun kendi sözleri de Pusey'nin bu açıklamalarını destekliyordu. Kızıl
Çin'in kurucusu, aynı dönemlerdeki bir söylevinde ise "Çin sosyalizminin
temeli, Darwin'e ve Evrim Teorisi'ne dayanmaktadır" 4 diyordu.
İşte Mao'nun, Darwinist hezeyanları nedeniyle "insanca muameleyi hak
etmediğini" düşündüğü toplumlardan birisi de Doğu Türkistan Müslümanları
idi. Çünkü Doğu Türkistan halkı inancı gereği komünizme şiddetle karşı
çıkıyordu. Ancak bu haklı tepkilerinin karşılığını son derece acımasız bir
şekilde aldılar. Halen baskı ve esaret altında yaşayan Doğu Türkistan,
milyonlarca evladını komünist rejime şehit verdi. Yüz binlerce Müslüman Çin
hapishanelerinde işkence gördü, evlerinden sürüldü, topraklarını terk etmek
zorunda bırakıldı.
MEDENİYETLER MERKEZİ DOĞU TÜRKİSTAN
İki bin iki yüz yıllık geçmişi ile Türkistan toprakları, dünyanın en önemli
ve köklü medeniyetlerine ev sahipliği yapmıştır. Batıda Hazar Denizi ve
Ural Dağları'nın güney kısmına, kuzeyde Sibirya'ya, güneyde İran,
Afganistan ve Tibet'e, doğuda Çin ve Moğolistan'a sınır olan Türkistan,
oldukça geniş bir sahaya sahiptir.
Bugün, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan ve Türkmenistan'ın
dahil olduğu bölge Batı Türkistan olarak anılmakta, iki asırdır Çin'in
esareti altında bulunan bölge ise Doğu Türkistan olarak adlandırılmaktadır.
Türkistan'ın coğrafi ve stratejik olarak taşıdığı önemi anlamak için ise,
öncelikle bölgenin iki dev gücü olan Rusya ve Çin'in bu topraklara olan
ilgilerini göz önünde bulundurmak yeterlidir. Coğrafi yapının da sebep
olduğu siyasi oluşumlar neticesinde bugün Batı ve Doğu olarak ikiye
ayrılmış olan Türkistan toprakları üzerinde, Rusya'nın ve Çin'in çok önemli
planları vardır.
Bu iki ülkenin söz konusu bölgeden ne pahasına olursa olsun vazgeçmeme
tutkusunun ardında, bölgenin stratejik konumunun yanı sıra, sahip olduğu
zengin yeraltı rezervleri de büyük rol oynamaktadır. Batı Türkistan'daki
Türk devletleri Rusya için, Doğu Türkistan ise Çin için kaybedilmemesi
gereken önemli birer hammadde kaynağı niteliğindedir.
Rusya, Bolşevik Devrimi sonrasında, farklı Türk boylarından farklı
devletlerin kurulduğu Batı Türkistan üzerinde güçlü bir denetim mekanizması
oluşturdu. Öncelikle, bölgenin asırlardır "Türkistan" olarak bilinen ismi
reddedilip, bu topraklar "Sovyet Orta Asyası" olarak adlandırıldı. Böylece
Türklerin sahip oldukları ortak milli şuurun yok edilmesi hedefleniyordu.
Rusya'nın bu topraklardaki politikasının öncelikli maddesini ise İslam'ı bu
topraklardan silmek oluşturuyordu. Bu dönem boyunca bir yandan çeşitli
yaptırımlarla Türklerin milli kültürleri yok edilmeye çalışılırken, bir
yandan da camiler, mescidler, dini eğitim veren kurumlar kapatıldı ve din
sosyal hayattan tamamen çıkarıldı. Öte yandan Kırım Türkleri de bir gecede
topluca Sibirya'ya sürüldü, evlerine ve topraklarına da Ruslar
yerleştirildi. Dahası, Orta Asya milletleri arasında suni etnik çatışmalar
ve kavgalar oluşturuldu. Sovyet rejiminin Türkleri asimile etmeye yönelik
bir diğer uygulaması ise, Kafkas ve Orta Asya Müslümanları arasında ana
dillerinin yanında ikinci bir dil geliştirmek oldu. Bu nedenle, bugün söz
konusu toplumlar arasında iletişim kurmak için Türkçe değil, Rusça tercih
edilmektedir.
Doğu Türkistan ise, Batı Türkistan'da yaşananlara çok benzer, ancak çok
daha şiddetli bir baskı dönemi yaşadı. 1700'lerin ortalarında Çin
istilasına uğrayan Doğu Türkistan, kısa aralıklarla bağımsızlığını elde
etti. Ancak dünya ve bölge siyasetinde yaşanan değişimler Doğu Türkistan'ın
bağımsızlık özleminin gerçekleşmesine engel oldu. Yaklaşık 10 milyon km2
yüz ölçümüne sahip olan Çin, 2 milyon km2'lik yüz ölçümü ile dünyanın dev
ülkelerinden biri olan Doğu Türkistan'da uyguladığı baskı ve tecrit
politikalarıyla bir halkı toptan imha etmeye çalıştı.
Aynı Batı Türkistan'da Rusya'nın yaptığı gibi Doğu Türkistan'da da
Çinlilerin ilk icraatı bölgenin adını değiştirmek oldu. Çin'in ürettiği
yeni isim, "Sincan Uygur Otonom Bölgesi" idi. Daha sonra da tüm emperyalist
devletlerin izlediği politikaların benzerleri birer birer uygulamaya kondu.
Halkın inançlarına, gelenek ve adetlerine, dini uygulamalarına karşı
acımasız bir savaş yürütüldü, birçok alanda etnik ayrımcılık uygulandı,
bağımsızlık talepleri şiddet yoluyla bastırıldı, savunmasız insanlar
topraklarından sürüldü, sürülenlerin yerine Çinliler yerleştirildi. Tüm
bunların üzerine bir de vahşiliği ile tanınan "Çin işkenceleri" ve zulmü
eklendi.
Dünya kamuoyunda çok az bilinen bu zulmün detaylarına girmeden önce, Doğu
Türkistan'ın tarihi, jeo-stratejik ve jeo-politik konumu üzerinde durmak
gerekir.
Türk-İslam Uygarlığının Beşiği:
DOĞU TÜRKİSTAN
Tarihi MÖ 200'lü yıllara (Göktürkler ve Hunlar dönemine) kadar dayanan
Türkistan toprakları, tarihin ilk dönemlerinden beri Türklerin ana yurdu,
bin yıldan beri de İslam toprağıdır. Tarih boyunca Türkistan adı ile bir
devlet veya hanlık kurulmamış olmasına rağmen, Orta Asya'nın büyük bölümünü
oluşturan söz konusu alan, eski çağlardan beri Türklerin yerleşim merkezi
olduğu için Türkistan olarak adlandırılmıştır. Özellikle de araştırmacılar
tarafından tarihin ilk medeniyet merkezlerinden biri olduğu belirtilen Doğu
Türkistan, jeo-stratejik konumu itibariyle Batı ve Doğu kültürlerinin
kaynaştığı bir alan olmuştur.
Tarih boyunca büyük imparatorluklara ev sahipliği yapan bu topraklar,
Halife Abdülmelik Mervan döneminde Türklerin kendi rızaları ile İslam'ı
kabul edişinden sonra İslam aleminin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir.
Özellikle Hakan Satuk Buğra'nın İslam'ı kabul etmesinin ardından
751–1216 yılları arasındaki dönem Doğu Türkistan'ın altın devri
olarak bilinir. Medreseleri ve öğretim kurumları ile ünlenen Türkistan, bu
dönem boyunca dünyanın dört bir yanından gelen öğrencileri misafir etmiş,
tarihe yön veren devlet ve bilim adamları yetiştirmiştir. Bu bölgeden
dünyanın dört bir yanına göç eden Türkler ise İslam'ı dünyanın çeşitli
ülkelerine taşımışlardır.
Bu topraklarda doğan Karahanlılar, Gazneliler, Harzemşahlar, Selçuklular,
Saidiler İslam'ın bayrağı altında devlet kurup, Türk-İslam uygarlığının en
güzel örneklerini vermiş ve insanlığa büyük hizmetlerde bulunmuşlardır.
Mahmut Gaznevi, Abdülkerim Satuk Buğra, Timur, Selçuk Bey, Babürşah,
Melikşah gibi büyük devlet adamları da bu topraklarda yetişen değerli
isimlerdendir. İmam Buhari, İmam Tirmizi, İbn-i Sina, Ebunasril Farabi,
Fergani, Zimahşeri, Sekkaki gibi eserleri ile İslam kütüphanelerini
zenginleştiren, dünya bilim adamlarına yol gösteren bilginler de bu
toprakların evlatlarıdır. Ayrıca Divan-ı Lügat-it Türk'ün yazarı Kaşgarlı
Mahmud, Kutadgu Bilig'in yazarı Yusuf Has Hacib, Atebet'ül Hakayık adlı dev
eserin sahibi Ahmed Yüknek gibi dünya tarihine kültür hazineleri ile
yazılan isimler de Türk-İslam uygarlığının beşiği olan bu topraklarda
yaşamıştır. Burada sadece birkaçına yer verdiğimiz bu isimler, Doğu
Türkistan'ın İslam ve Türk dünyası için taşıdığı değeri ortaya
koymaktadır.
Doğu Türkistan Çin Topraklarının
Bir Parçası Değildir.
Çin'in, Doğu Türkistan halkına karşı yaptığı insan hakları ihlallerini ve
zulmü gizlemek için uluslararası arenada öne sürdüğü iddialardan biri, bu
bölgenin "Çin topraklarının bir parçası olduğu", dolayısıyla da Doğu
Türkistan'da yaşananların "Çin'in iç meselesi sayılması gerektiği"
iddiasıdır. Oysa tarihi kaynaklar bu iddiayı yalanlamaktadır. Bunların
başında Çinlilerin, diğer milletlerden kendilerine karşı yönelen
saldırıları engellemek için inşa ettikleri Çin Seddi gelmektedir. Tarihte
ilk defa Çinliler ile bölgede yaşayan diğer milletler arasındaki resmi
sınırı bu set oluşturmuştur. Ve Doğu Türkistan Çin'in tarihi sınırları
olarak kabul edilen bu setin dışında kalmaktadır.5 Ayrıca, Doğu
Türkistan'da bol miktarda bulunan yeşim taşının adı ile anılan Yeşim
Kapısı'nın çeşitli kaynaklarda Çin'in en batı sınırı olarak kabul edildiği
aktarılmaktadır. Doğu Türkistan'a açılan bu kapının, Çin'in batıdaki en uç
noktası olarak kabul edildiğini dile getiren kaynaklardan birisi 1939
yılında Şanghay'da basılan New China Atlas (Yeni Çin Atlası) isimli bir Çin
kaynağıdır.
Öte yandan tarih boyunca Çin Seddi ile Hazar Denizi, Sibirya ile İran,
Afganistan, Pakistan, Keşmir ve Tibet sınırları arasında kalan bölgenin adı
Türkistan olmuştur. Bu durum İslam tarihinin ilk kaynaklarında, tarihi İran
ve Hint belgelerinde belirtildiği gibi, pek çok batılı tarihçi de bu konuda
hem fikirdir. Bilinen en eski Türkologlardan Nikita Biçurin, "Hazar Denizi
ile Kuh-ı Nur Dağları arasında bir millet yaşar. Bunlar Türkçe konuşurlar
ve İslam dinine inanırlar. Bu insanlar kendilerini Türk olarak takdim
ederler ve onların ülkesi Türkistan olarak anılır" şeklindeki sözleriyle bu
tarihi gerçeğin altını çizmiştir.7 Çin'in bölgeyi işgalinin ardından bu
topraklara, "yeni kazanılan yer" anlamını taşıyan, "Xinjiang" (Sincan)
adını koyması ise bu tarihi gerçeği değiştirmemektedir.
MÖ 206 yılından MS 1759 yılına kadar geçen yaklaşık 2000 yıllık süre
içerisinde, Doğu Türkistan 1800 yıldan uzun bir süre bağımsızlığını
korumuştur. Bu tarihler arasında Hun Türk Hakanlığı'na veya Göktürk
Hakanlığı'na bağlı kalınan dönemlerde bile, yerel idare tam anlamı ile Doğu
Türkistan halkının elinde olmuştur. MS 751'den 1216'ya kadar geçen süre ise
Doğu Türkistan'ın tam anlamı ile bağımsız olduğu bir süreçtir. Tüm bu
dönemler boyunca Çin, tarihi İpek Yolu'nu denetimi altına alabilmek için
zaman zaman Doğu Türkistan'ı işgal etmiştir. Ancak Çin istilaları hep kısa
sürelidir ve Çin hiçbir işgal döneminde Doğu Türkistan üzerinde tam anlamı
ile bir hakimiyet kuramamıştır. Doğu Türkistan'ın bugüne kadar geçen
yaklaşık 2200 yıllık geçmişinde, Çin'in istilası altında geçen yılların
toplamı (1934 yılında başlayan ve bugün de devam eden işgal de göz önünde
bulundurulduğu takdirde) 570 yıldan biraz fazladır.
Doğu Türkistan'ın Çin toprağı olduğu yönündeki iddiayı geçersiz kılan çok
açık demografik gerçekler de vardır. Doğu Türkistan nüfus yapısı, dili,
dini, sahip olduğu etnik köken, milli ve manevi birikimi açısından da
Çin'den tamamen bağımsız bir yapı sergilemektedir. MÖ 206 ile MS 220
yılları arasında yaşadığı tahmin edilen, ünlü Çinli tarihçilerden Pan Ku da
bu gerçeği şu sözleri ile dile getirmektedir:
"Giyim, kuşam, yemek ve dil olarak Uygurlar Orta Krallıktan tamamen
farklıdırlar... Dağlar, ovalar ve büyük çöl bizi onlardan ayırır."
Bu farklılık tarih boyunca korunmuş, Çin işgali altında geçen dönemlerde de
herhangi bir asimilasyon yaşanmamıştır. Bugün yaklaşık 17 milyon nüfusu
olduğu tahmin edilen Doğu Türkistan'ın %54'ünü -%47'si Uygur ve %7'si
Kazaklar olmak üzere- Müslüman nüfus oluşturmaktadır. (Çin'in 1997 yılında
açıkladığı verilere göre belirlenen bu oran, uluslararası organizasyonlar
tarafından –Çin'in bu konuda taraflı bir tutum sergilemesinden
dolayı- güvenilir bir bilgi olarak kabul edilmemektedir.) Müslüman nüfusun
büyük çoğunluğunu oluşturan Uygurlar ise ne dilleri ne etnik kökenleri ne
de dinleri açısından Çinlilerle benzerlik göstermektedir. Uygur alfabesi
Arapça harflerden oluşan bir alfabedir, Uygurların dini İslam'dır ve bu
halk bin yıldan uzun bir süredir Türk-İslam inanç ve örfünü yaşamaktadır.
Tüm bu tarihi bilgiler, coğrafi ve sosyolojik gerçekler Doğu Türkistan'ın
Çin'in bir parçası değil, aksine Çin'in tarih boyunca topraklarına katmayı
istediği ayrı bir bölge olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Doğu Türkistan
halkı en zor ve çetin koşullarda dahi Çin idaresini kabullenmemiş, sık sık
bağımsızlık girişimlerinde bulunmuş, gerektiğinde silahlı mücadeleye de
başvurmuştur. Örneğin Mançu hükümranlığının Doğu Türkistan'ı işgal ettiği
1759'dan 1862 yılına kadar, Müslüman halk 40'dan fazla defa ayaklanmış ve
Çin yönetimine başkaldırmıştır.
Peki, tüm bunlara rağmen Çin'i Doğu Türkistan konusunda bu kadar ısrarcı
kılan nedir? Çin'in yıllardır yaptığı zulüm ve işkencelere geçmeden önce,
bu sorunun cevabına kısaca değinmek gerekir.
ÇİN, DOĞU TÜRKİSTAN'DAN
NEDEN VAZGEÇMİYOR?
Genel coğrafya bilgisine sahip bir kişi, Çin'in Doğu Türkistan konusundaki
ısrarını anlamakta hiç zorlanmayacaktır. Bilindiği gibi coğrafi olarak
Çin'in Batı ile iletişiminin arasında iki önemli engel vardır: Birincisi
5000 km uzunluğundaki dev Taklamakan Çölü, ikincisi de Çin sınırını boydan
boya kaplayan Çin Seddi.
Doğu Türkistan ise Çin'in, çölün ilerisinde ve setin arkasında kalan tek
toprağıdır ve bu yönüyle Çin'in Batıya açılan penceresi konumundadır.
Coğrafi konumun siyaset üzerindeki etkisi ve coğrafi olarak avantajlı
bölgelerin stratejik olarak da avantajlı olmaları gerçeği, Doğu Türkistan'ı
Çin için vazgeçilmez hale getirmektedir. Bu nedenle Çin, işgal ettiği Doğu
Türkistan topraklarından çekilmek ve burada bağımsız bir devlet kurulmasına
izin vermek yerine, baskı ve şiddetle yerli halka işgali kabul ettirmeye
çalışmaktadır. Bir yandan da haber alma ve iletişim özgürlüğü de dahil
olmak üzere her türlü özgürlüğü ortadan kaldırıp, Doğu Türkistan'ı kapalı
bir kutu haline getirerek, bölgeyi mümkün olduğunca dünya gündeminden uzak
tutmaktadır.
Çin'in en batı noktasını oluşturan bu topraklar, Soğuk Savaş döneminde Çin
tarafından, Sovyet tehdidine karşı tampon bölge olarak kullanılmıştır. Bu
yönüyle Çin'in söz konusu topraklar için atacağı her türlü adım, hem
kendisinin hem de bölge ülkelerinin güvenliğini ve istikrarını doğrudan
ilgilendirmektedir. Şu anki konumuyla Rusya, Çin için artık ciddi bir
tehlike teşkil etmiyorsa da, Çin, "Halkın Kurtuluş Ordusu" (PLA) olarak
adlandırılan silahlı kuvvetlerine bağlı kara ve hava kuvvetlerini bölgede
tutmakta ve nükleer füzelerinin büyük kısmını da burada muhafaza
etmektedir. Elbette PLA birliklerinin Doğu Türkistan'da varlığını devam
ettirmesinin diğer bir önemli nedeni de, Müslüman halkı gerektiği gibi
kontrol altında tutabilmektir.
Ancak Çin'in Doğu Türkistan'a olan ilgisini sırf jeo-stratejik kaygılarla
açıklamak mümkün değildir. Bu bölge aynı zamanda zengin yeraltı
kaynaklarına sahiptir ve toprakları da çok verimlidir. 21. yüzyılın
Kuveyt'i olarak da anılan Doğu Türkistan, petrol, doğal gaz, uranyum,
kömür, altın ve gümüş madenlerinin bolluğu ile dikkat çekmektedir ve bu
yönü ile Çin'in en önemli hammadde kaynaklarından biridir. Yetkililer
tarafından, 2005 yılında Doğu Türkistan'ın petrol ve doğal gaz üretiminde
Çin'in ikinci önemli merkezi haline geleceği bildirilmektedir. Özellikle
Doğu Türkistan'ın orta bölgesinde yer alan Tarım Havzası'nın geniş petrol
rezervlerine sahip olduğu düşünülmekte ve bu yönde araştırmalar devam
etmektedir. Bu özelliğinden dolayı "Umut Denizi" olarak adlandırılan Tarım
Havzası'nın 10.7 milyar ton petrol kapasitesi olduğu tahmin edilmektedir.10
Jeologların şu ana kadar yaptıkları araştırmalar ise 300 milyon ton petrol
ve 220 milyar metre küp doğal gaz kapasitesi olan 13 yatak ortaya
çıkarmıştır.
Çin'in Doğu Türkistan'a enerji konusundaki bağımlılığı Tarım Havzası'ndaki
petrol kaynakları ile de sınırlı değildir. Çin sanayisi için hayati önem
taşıyan, Orta Asya Türk Devletlerinden gelecek herhangi bir boru hattının
doğal güzergahı Doğu Türkistan olacaktır. Böyle bir taşıma sisteminin Çin
için sağlıklı ve güvenilir olmasının en garantili yolu ise Doğu
Türkistan'ın kendi denetimi altında bulunmasıdır.
Zengin doğal gaz, kömür ve bakır yatakları da bu bölgeyi Çin ekonomisi için
vazgeçilmez kılmaktadır. Kızıl Çin topraklarında çıkarılan 148 çeşit
madenin 118 çeşidi Doğu Türkistan topraklarında yer almaktadır. Bu da
Çin'in toplam maden ocaklarının %85'ini oluşturur. Bunların arasında
kalitesi ve yüksek kalori değeri ile ünlü olan kömürün ayrı bir yeri
vardır. Çin'in toplam kömür rezervinin yarısını oluşturan Doğu Türkistan
kömür madenlerinin rezervi 2 trilyon ton olarak hesaplanmaktadır. 2000 yılı
sonlarında yapılan bir araştırma ise Çin'in en zengin bakır yataklarının
Doğu Türkistan'da olduğunu ortaya çıkarmıştır. Çin'in diğer bölgelerinin
bakır açısından zayıf olduğu ve Çin'deki tüm bakır yataklarının ülkenin
ihtiyacının yarısını bile karşılayamadığı bilinmektedir. Doğu
Türkistan'daki bakır madenleri, Çin'in gözünde Doğu Türkistan'ı daha da
değerli hale getirmektedir.
Tüm bu madenlerin yanısıra Doğu Türkistan'ın Çin'in en büyük pamuk üretim
merkezlerinden biri olması bölgenin Çin için taşıdığı önemin bir diğer
nedenidir. Çin tekstilinin hammaddesini oluşturan pamuk üretimini, Müslüman
Uygur halka emanet etmek istemeyen Kızıl Çin yönetimi, Doğu Türkistan'ı
denetim altında tutabilmek için sürekli yeni stratejiler geliştirmektedir.
Kitabın ilerleyen bölümlerinde detayları ile ele alacağımız bu
stratejilerin amacı Doğu Türkistan'ın gelişmesini sağlamak değil, Çin
ekonomisinin temel taşlarından biri olan bu bölgeyi tam anlamı ile Pekin'e
bağlı hale getirebilmektir.
KIZIL ÇİN'İN İslam Korkusu
Önceki bölümde Doğu Türkistan'ın Çin açısından stratejik ve ekonomik olarak
çok büyük bir öneme sahip olduğunun üzerinde durduk. Ancak Doğu
Türkistan'da dindar Müslümanların sık sık göz altına alınmaları, dinlerini
gerektiği gibi yaşamalarına izin verilmemesi ve din adamlarına uygulanan
baskı, bu şiddet politikasının çok daha derin bir nedeni olduğunu akıllara
getirmektedir. Herşeyden önce bu, Kızıl Çin'in Doğu Türkistan'daki İslami
varlıktan büyük endişe duyduğu anlamına gelmektedir.
Çin'de İslam dinine ve Müslümanlara yönelik saldırıların kökeni eski
dönemlere dayansa da, bunun sistemli bir zulüm ve hatta soykırım
politikasına dönüşmesi komünist rejimin kurulmasıyla başladı. 1949'da
Mao'nun Çin Halk Cumhuriyeti'ni kurması ile birlikte, öncelikli hedef her
türlü İslami unsur oldu. Camilerin, mescidlerin, medreselerin ve dini
eğitim veren kurumların kapatılması ile başlayan din düşmanlığı, açık
bırakılan ibadethanelere Mao'nun resimlerinin asılması ve Müslümanların bu
resme saygı göstermeye zorlanmaları ile iyice doruğa tırmandı. Bu dönemde
29 bin cami kapatıldı.13 Bundan sonraki aşama ise özellikle din
adamlarının, mesnetsiz iddialara ve düzmece suçlamalara dayanılarak
gözaltına alınmaları oldu. Bu kişilerin bir kısmı hemen idam edilirken, 54
binden fazla din adamı da bir ömür boyu Çin toplama kamplarında, son derece
ağır koşullarda zorunlu işçi olarak çalıştırıldı.
Bu dönem boyunca din adamlarına fiziksel işkencelerin yanı sıra, manevi
işkenceler de yapıldı. Örneğin din adamları meydanlara toplandı, Mao'nun
sözde "ilah" olduğunu kabul ettiklerini ikrara zorlandılar. Halktan
ölülerini yakmaları gibi İslam anlayışının dışında uygulamalar yapmaları
istendi. Kapatılan camiler ise askeri kışla, depo veya sinema, tiyatro gibi
eğlence yerleri olarak kullanıldı. Cuma ve teravih namazları da dahil olmak
üzere her türlü toplu ibadet yasaklandı, geride kalan birkaç camide
ibadetlerini yerine getirmeye devam eden Müslümanlara ağır vergiler kondu.
Bu camilerin onarım ve bakımı için kullanılacak bağışlara ve din
adamlarının her türlü mal varlıklarına komünist yönetim tarafından el
konuldu. Kuran öğrenmek ve öğretmek tamamen yasaklandı. Dini eserler
evlerden toplandı. Arapça metinler, pek çok tarihi el yazması kitap da
dahil olmak üzere yakıldı.
Bugün de Çin'in Doğu Türkistan Müslümanlarına karşı uyguladığı baskı en
yoğun olarak dini alanda hissedilmektedir. Din düşmanlığı, tüm komünist
rejimlerde olduğu gibi Kızıl Çin'in de resmi ideolojisinin bir parçasıdır.
Nitekim Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi'nin Mart 1982 tarihinde ülke
çapında parti komitelerine göndermiş olduğu "Sosyalist Dönemde Dini
Problemlerle İlgili Ana Tutumunuz" adlı gizli bildiri bunu açıkça ifade
etmektedir:
İnsanlık tarihinde din sonunda yok olacaktır... Çin'deki bütün dini
teşkilatlar önce parti ve hükümetin liderliğine boyun eğecektir... Dini
okulların esas gayesi, parti yönetimini ve sosyalist sistemi destekleyen
profesyonel din görevlileri yetiştirmektir... Bu din görevlileri partinin
din politikasına sadık olmak zorundadır. Din kuruluşlarımızın esas gayesi
ülkemizin siyasi tesirini yaymada önemli roller oynamaktır.
Kızıl Çin idaresinin söz konusu bildirideki bu kararlara titizlikle uyduğu,
ABD'de 1 Eylül 1986'da Kuzey Amerika İslam Derneği'nin 5. Kurultayına
katılan Çin Halk Cumhuriyeti İslam Cemiyeti Üyesi Ali Jing Jiang'ın
konuşmasından anlaşılmaktadır:
Çin'de 18 yaşından küçüklere dini eğitim gerek evde gerekse okulda kanunen
yasaktır. İslam ülkelerinin baskısı neticesinde bazı dini okullar açılmışsa
da buralarda İslamiyetten çok Marksizm, Leninizm ve Maocu fikirler
okutulmaktadır. Bu din okullarında görevli öğretmenlerin hepsi komünist ve
ateisttir. Gençler dini bilgiden mahrum olarak büyütülmektedirler. Diğer
okullarda ise din sanki unutulması gereken veya Çin halkının alt
tabakalarındaki insanlar tarafından benimsenmiş iptidai bir inançmış gibi
öğretilmektedir. Bu durum gençleri dini inançtan hızla uzaklaştırmaya
başlamıştır. Hükümet, Müslümanların faaliyetlerini çok sıkı kontrol
etmektedir. Çin'deki İslam cemiyetinde görev yapanların çoğu komünisttir...
Komünistler, İslamiyeti, İslam ülkeleriyle olan ilişkisini geliştirebilmek
için bir araç olarak kullanmaktadır.
Burada hemen belirtmek gerekir ki, Çin Komünist Partisi'nin kullandığı din
aleyhtarı söylem, yeni bir iddia değil, asırlardır inkarcılar tarafından
kullanılan klasik bir alay ve iftira üslubudur. Kuran'da Hz. Nuh'a karşı
çıkan inkarcıların da, "... Biz seni yalnızca bizim gibi bir beşerden
başkası görmüyoruz; sana, sığ görüşlü olan en aşağılıklarımızdan başkasının
uyduğunu görmüyoruz...
Çin Komünist Partisi'nin, dindarlığı, "Çin halkının alt tabakalarındaki
insanlar tarafından benimsenmiş iptidai bir inanç" gibi göstermek çabası
da, aynı "düşük akıllılığın" bir devamıdır.
Komünist Parti bir yandan bu gibi propaganda yöntemleri kullanırken, bir
yandan da Müslümanlar üzerindeki baskıları sıkılaştırmaktadır. 1990'larda
gerçekleşen bağımsızlık girişimlerinin (Baren ayaklanması, İl ayaklanması)
ardından Müslümanlara yönelik baskı daha da arttı. Bu ayaklanmaların tüm
Doğu Türkistan sathına yayılması ve resmi görevlerde bulunan Türklerin de
bağımsızlık hareketine destek vermesi Kızıl Çin'i fazlasıyla rahatsız etti.
Ve bu hareketi destekleyen Müslümanlara karşı acımasız bir kampanya daha
başladı. Yüz binlerce insan tutuklandı, binlercesi idam edilirken on
binlercesi de çalışma kamplarına gönderildi. Bu dönemde Müslümanlara karşı
uygulanan baskıyı, bölgeye girip bir dizi gizli röportaj yapma imkanı bulan
nadir gazetecilerden Micheal Winchester, Inside Story China: Beijing vs.
Islam (Hikayenin İçinden: Pekin İslam'a Karşı) adlı makalesinde şöyle
aktarıyordu:
O günden beri resmi kaydı olmayan camiler kapatıldı, camilerin dışına
konulan hoparlörler kaldırıldı, çocuklar ve gençler için Kuran dersleri
kaldırıldı, dışarıdan gelen dini bağışlara yasak konuldu, hacca gitmek
isteyenlere yaş sınırlaması getirildi, dini yayınların büyük çoğunluğu
yasaklandı, Komünist Parti üyeleri camiye gitmeleri durumunda işlerinden
atıldı.
Micheal Winchester'ın görüştüğü ve gerçek ismini vermekten kaçınan bir
Türkistanlı, devlet dairesinde çalıştığı için asla camiye gidemediğini ve
eğer camiye gittiği görülürse işten atılacağını söylüyordu. Bu nedenle evde
gizli gizli namaz kılıyordu. Bunun nedeni ise Çin'in özellikle 1980'lerden
sonra dozunu artırdığı İslam düşmanlığı idi. 1997 yılında Doğu Türkistan
Resmi Gazetesi Xinjiang Daily'de parti üyelerinin dine bakış açılarının
nasıl olması gerektiği şöyle ifade edilmekteydi:
Dine samimi olarak inanan ve fikirlerini değiştirmemekte ısrar eden parti
üyelerine tabi tutulacakları eğitimden sonra, hatalarını değiştirmeleri
için süre verilecektir. Partiden ayrılmaya ikna edilecekler ya da durumun
ciddiyetine göre partiden ihraç edileceklerdir. Son yıllarda 98 dine inanan
parti üyesi bu muameleyle karşılaşmıştır.
Doğu Türkistan'da, ibadet ettiği veya Kuran öğrendiği fark edilen kişiler
-özellikle 18 yaşından küçükse- mutlaka cezalandırılmaktadır. Çünkü
komünist Çin kanunlarına göre 18 yaşından küçük çocukların Kuran
öğrenmeleri kesinlikle yasaktır. Örneğin 1999 yılında 12 yaşındaki beş
çocuk Kuran okumayı öğrendikleri için tutuklanmıştır. Çocuklardan birisi
polis merkezinden kaçınca, ailesi polis tarafından göz altına alınıp
işkenceye uğramış ve çocukları gelinceye kadar kendilerinin serbest
bırakılmayacağı söylenmiştir.20 Bu olay, Doğu Türkistan'da sıkça rastlanan
örneklerden sadece bir tanesidir. Sadece dinlerini yaşadıkları ya da
yaşamak isteyen insanlara İslamı öğrettikleri için binlerce insan
tutuklanmış ve işkence görmüştür. Göz altına alınan din adamlarının
suçlandıkları konular ise çok dikkat çekicidir. Örneğin 28 Ekim 1999'da göz
altına alınan ve ağır para cezasına çarptırılıp görevinden alınan
Hotan'daki Oybağ Camisi'nin İmamı Mehmet Ali'nin suçu, dini, Komünist
Parti'nin dikte ettirdiği şekilde öğretmemektir. İmam Mehmet Ali'nin suç
duyurusunda işlediği "suçlar" şu şekilde sıralanmıştır:
Görevi boyunca İmam Mehmet Ali, Komünist Parti'nin kurallarını öğrenmemiş,
öğretmemiş ve uygulamamıştır. Din İşleri Başkanlığı'nın talimatlarını görür
gibi yapmış, ancak Başkanlığın organize ettiği çalışmalara ve eğitsel
faaliyetlere katılmamıştır... Kimliği belirsiz kişilerin camide kalmasına
izin vermiştir...
Benzer gerekçelerle Hotan genelinde tutuklanan diğer altı imamın, "komünist
öğretileri öğretmemek" dışında suç listelerine eklenen diğer maddeler de,
Kızıl Çin'in Müslümanlar üzerindeki baskısını göstermesi açısından oldukça
çarpıcıdır:
Dualarının sonunda "Allah Müslümanları ateistlerin baskılarından korusun"
demişlerdir. Komşu bölgelerden ibadet etmek için camiye gelen kişileri geri
çevirmemişlerdir. Cuma namazları ve vaazları için tanınan 20 dakikalık
süreyi aşmışlardır. Dini eğitim almak için gelen insanların varlığından
hükümeti haberdar etmemişlerdir.
DOĞU TÜRKİSTAN’DA KOMÜNİST ÇİN DENETİMİ
Doğu Türkistan'ın Çin için vazgeçilmez olmasının stratejik ve ekonomik pek
çok sebebi vardır. Üstelik Çin'in Doğu Türkistan'a duyduğu ilginin geçmişi
bundan binlerce yıl öncesine dayanmaktadır. Tarih boyunca Türkistan
toprakları sık sık Çin istilasına uğramış, bazen ülkenin tamamı bazen de
topraklarının bir kısmı işgal altına girmiştir.
Günümüzde hala devam eden son Çin işgali ise 1700'lü yılların ortalarında
başlamıştı. 17. ve 18. yüzyılda Doğu Türkistan'da yaşanan iç savaşlar hem
halkın birlik ve beraberliğini zedelemiş, hem de devletin gücünü
zayıflatmıştı. Aynı dönemde Çin'de Mançular iktidarı ele geçirmiş ve Mançu
Hanedanlığı dönemi başlamıştı. Mançu hükümdarlığı boyunca, Doğu Türkistan'ı
merkezi yönetimin atadığı valiler ve memurlar idare etti. 1911 yılında
Mançu Çin İmparatorluğu yıkılıp, yerine Kuomintang Partisi'nin lideri Sun
Yat Sen önderliğindeki Çin Cumhuriyeti kurulduğunda, Doğu Türkistan halen
esaret altındaydı.
Kuomintang rejiminin Doğu Türkistan halkına yaptığı işkence ve zulüm, 1931
yılında halkın ayaklanarak bağımsızlık ilan etmesi ile sonuçlandı. Bu
zamana kadar Doğu Türkistan Müslümanları dönemin siyasi koşullarını göz
önünde bulundurarak herhangi bir bağımsızlık girişiminde bulunmaktan
kaçınmışlardı. Çünkü Doğu Türkistan toprakları üzerine plan kuran yalnız
Çinliler değildi. Sovyet Rusya da bu sahayı ele geçirmek için fırsat
kolluyordu. Bu durumun farkında olan ve komünist Rusya'nın Batı Türkistan
Müslümanlarına yaptığı eziyete şahit olan Doğu Türkistan halkı da,
komünistlerin denetimi altına girmektense mevcut durumu muhafaza etmeyi
tercih etmişti. Nitekim, 1931'deki bağımsızlık girişimi Doğu Türkistanlı
Müslümanları, endişe ettikleri bu tehditle yüzyüze bıraktı. Çin, ancak
komünist Rusya'nın desteği ile bu girişimi bastırabildi ve ülkenin büyük
kısmı Sovyetler'in denetimine geçti.
Bu ilginç sonuç, bir dizi gelişmenin ardından ortaya çıktı: Doğu Türkistan
isyanını tek başına bastıramayacağını anlayan Çin, Sovyetler Birliği ile
gizli bir anlaşma imzalamıştı. Bu gizli anlaşma uyarınca, Ruslardan silah
ve askeri destek sağladı. Ancak buna rağmen Müslümanların bağımsızlık
hareketinin bastırılması mümkün olmadı. 1933'de Kızıl Ordu karadan Doğu
Türkistan'a girerek Müslüman kuvvetleri mağlup etti. 1934-37 arasında ardı
ardına yaşanan savaşlardan sonra Doğu Türkistan fiilen Sovyetlerin
hakimiyetine girdi. Sovyet Cumhuriyetlerinde yaşanan işkence ve eziyetlerin
benzerleri Doğu Türkistan Müslümanlarına da yapıldı. Müslümanlar Kızıl Ordu
birliklerince toplu olarak katledildi, camiler ve mescidler yıkıldı,
kadınlar tecavüze uğradı.
Bu sırada başlayan II. Dünya Savaşı ile birlikte Ruslar askerlerini Doğu
Türkistan'dan çektiler. Öte yandan Milliyetçi Çin hükümeti de, Mao'nun
komünist gerillaları ile ülkenin çeşitli bölgelerinde devam eden savaşı
kaybederek, Formoza (Tayvan)'ya çekildi. Çin toprakları ise komünist rejime
teslim oldu ve tabi Doğu Türkistan da...
Bu süreç içerisinde Doğu Türkistan halkı bir kez daha bağımsızlık
girişiminde bulundu ve 1944 yılında Bağımsız Doğu Türkistan Cumhuriyeti
kuruldu. Ne var ki Doğu Türkistan Cumhuriyeti'nin ömrü 1949 yılında Çin'de
Mao'nun iktidarı ele geçirmesi ile son buldu.
Doğu Türkİstan'da "KIZIL" Dönem
Dünya bir komünist partinin iktidarı ele geçirişine ilk kez Rusya'da
tanıklık etti. Rusya'nın hakimiyeti altındaki Batı Türkistan (Kazak, Özbek,
Kırgız, Türkmen ve Tacik) toprakları ile sınırı olan ve bu ülkelerle
tarihi, dini, etnik ve kültürel bağa sahip Doğu Türkistan Müslümanları da
bölgedeki gelişmeleri yakından takip ediyorlardı. Özellikle, merhum İsa
Yusuf Alptekin gibi, Batı Türkistan topraklarında görev yapıp komünist Rus
zulmüne bizzat şahit olanlar, hem Çin hükümetini hem de Doğu Türkistan
Müslümanlarını komünizm tehlikesine karşı uyarıyorlardı. Çünkü komünistler
genel bir taktik olarak, iktidara gelene kadar eşitlik, sosyal adalet,
milletlerin özgürlüğü gibi kavramlardan bahsediyorlar, ancak sıra
uygulamaya gelince durum değişiyordu. Eşitliğin yerini politbüro diktası,
sosyal adaletin yerini sömürü, özgürlüklerin yerini ise sürgünler,
işkenceler, toplama kampları ve toplu katliamlar alıyordu.
Nitekim aynı gelişmeler Doğu Türkistan'da da yaşandı. İktidarı ele
geçirmeden önce 1945'de gerçekleştirilen 7. Kongre'de Mao, komünistlerin,
iktidarı ele geçirince farklı etnik kökenlere kendi geleceklerini tayin
etme ve kendi kendini yönetme hakkını vereceğini deklare etti.23 Ancak
iktidara gelir gelmez, önceden verdiği sözleri bir anda gözardı etti ve
"Sincan iki bin yıldır Çin'in ayrılmaz bir parçasıdır, bu nedenle Çin'i
federe devletlere bölmenin hiçbir manası yoktur. Bu talep tarihe ve
sosyalizme düşmanlık anlamına gelir" açıklamasını yaptı.
Ardından baskı ve zulüm başladı. İlk olarak, Mao ile görüşmek üzere yola
çıkan Doğu Türkistan Cumhuriyeti'nin önde gelen liderleri esrarengiz bir
uçak kazasında hayatlarını kaybettiler. Daha sonra da Doğu Türkistan'ı
kendi toprağı olarak gören ve elinden bırakmak istemeyen Kızıl Çin
hükümeti, Müslüman halka karşı acımasız bir soykırıma girişti. İlk savaş
Müslümanların inançlarına karşıydı. Dini eğitim veren tüm okullar
kapatıldı, din adamları tutuklandı, büyük kısmı da öldürüldü. Camilere
Mao'nun resimleri ve Komünist Parti'nin bayrakları asıldı ve Müslümanlara
bu resim ve bayraklara saygı gösterilerinde bulunmaları emredildi.
Müslümanların bir kısmı Pan-Türkist, bir kısmı da Pan-İslamist oldukları
gerekçesi ile gözaltına alınıyor ve idam ediliyordu. Toplu sürgünler ise
zulmün bir diğer yüzüydü. Yurtlarından sürülen Müslümanların bir kısmı
zorlu iklim şartları nedeni ile yolda hayatlarını kaybetti. 1949-1952
yılları arasında 2.800.000, 1952-1957 yılları arasında 3.509.000, 1958-1960
yılları arasında 6.700.000, 1961-1965 yılları arasında 13.300.000 Doğu
Türkistan Müslümanı çeşitli yollarla öldürüldü.
Müslümanlar bir yandan sistemli olarak katledilirken, bir yandan da onların
yerlerine Çinliler yerleştirilmekte, böylece Müslümanların kendi toprakları
üzerinde hak iddia etmeleri engellenmeye çalışılmaktaydı. Doğu Türkistan'ı
bir Çin eyaleti haline getirmek isteyen Maoist rejimin bir diğer yöntemi
ise zorunlu kürtajla "aile planlaması"ydı. Bugün de artarak devam eden bu
komünist vahşeti, kitabın ilerleyen sayfalarında daha detaylı olarak ele
alacağız.
Doğu Türkistan'ın Özgürlük
Mücadelesinin Önde Gelen İsimleri
Yirminci yüzyılın başı Doğu Türkistan'da milli ve manevi duyguların
uyanmaya başladığı bir dönem oldu. Uygur Türkleri'nin bu "milli uyanışı"
Türkiye, Mısır, Suriye gibi Müslüman ülkelere yaptığı geziden sonra
ülkesine dönüp çalışmalara başlayan Abdülkadir Damulla sayesinde oldu.
Dönemin en önemli ihtiyaçlarından birisi halkın, mukaddes değerleri, tarihi
ve sahip olduğu miras konusunda bilinçlendirilmesi idi. Abdülkadir Damulla,
açtığı Matle'ul Hidayet ismindeki okulla Doğu Türkistan gençlerini bu
konuda yetiştirmiş, yayınladığı kitaplarla halkın bilinçlenmesine katkıda
bulundu. Abdülkadir Damulla'dan sonra Doğu Türkistan'da mücadeleyi "Üç
Efendiler" olarak anılan İsa Yusuf Alptekin, Muhammed Emin Buğra ve Mesud
Sabri Baykuzu üstlendiler. Mesud Sabri Baykuzu'nun Doğu Türkistan için
verdiği mücadele, 1951 yılında komünist Çin yönetimi tarafından tutuklanıp,
1952 yılında zehirli bir iğneyle öldürülmesi ile son bulmuştur. İsa Yusuf
Alptekin ve Muhammed Emin Buğra'nın mücadeleleri ise ömürlerinin sonuna
kadar devam etmiştir.
Çin'e bağlı Doğu Türkistan Eyalet Hükümeti'nin Genel Sekreteri olarak görev
yapan İsa Yusuf Alptekin, tüm hayatını Doğu Türkistan'ın haklı davasını
uluslararası arenada anlatmaya ve Müslümanların esaretten kurtulmasına
vakfetmiştir. 26 yaşındayken Batı Türkistan'daki Çin Konsolosluğu'nda
çalışmaya başlamıştır. Sovyetler Birliği'nin Türkistan'daki Müslüman
Türkler üzerinde komünizmin en büyük zulümlerini gerçekleştirdiği bu
dönemde, komünist zihniyete ve uygulamalarına bizzat şahit olan Alptekin
mücadelesine bu dönemde başlamıştır. Batı Türkistan'da bulunduğu süre
boyunca, Doğu Türkistan'daki bağımsızlık yanlısı kişilerle bağlantı kurmuş
ve çalışmalarını gizli olarak yürütmüştür.
İsa Yusuf Alptekin'in en çok üzerinde durduğu konulardan birisi halkını
komünizmden korumak olmuştur. Hatta komünizme karşı daha etkili çalışmalar
yapabileceğini düşündüğü için Çin Hükümeti nezdinde temaslar yürütmüş ve
1936-1945 yılları arasında Çin Parlamentosu'nda ülkesini temsil etmiştir.
Komünistlerin önce Pekin'i ele geçirmeleri, ardından da Doğu Türkistan'a
doğru ilerlemeleri üzerine İsa Yusuf Alptekin vatanından ayrılmak zorunda
kalmıştır. 1954 yılında İstanbul'a yerleşen ve çalışmalarını buradan
yürüten Alptekin, Doğu Türkistan'da yaşanan zulme dünya ülkelerinin
dikkatini çekebilmek için birçok ülkeyi dolaşmış, konferanslara, panellere
katılmış, üniversitelerde konuşmalar yapmıştır.
Muhammed Emin Buğra ise Doğu Türkistan mücadelesi tarihine Doğu Türkistan
Tarihi adlı dev eseri ile geçmiştir. 1931'deki bağımsızlık hareketinde
bizzat görev almış ve Hotan, Yarkent gibi şehirlerin Çin işgalinden
kurtulmasını sağlamıştır. 1944 yılında kurulan Doğu Türkistan Devletinde
bakanlık yapmış, komünist Çin işgalinin gerçekleşmesinden kısa bir süre
önce ise Hindistan'a iltica etmiştir. Bir süre sonra buradan Türkiye'ye
geçmiş, mücadelesine Türkiye'de devam etmiştir.
Bu vatansever insanların yaşamları boyunca şerefle sürdürdükleri
bağımsızlık mücadelesi bugün de aynı hızla devam etmektedir. Şu anda
uluslararası arenada Doğu Türkistan için faaliyet gösteren yirmiye yakın
vakıf ve dernek vardır. Bu dernekler Doğu Türkistan Milli Kurultayı
(ETNC)'nın şemsiyesi altında toplanmıştır ve Doğu Türkistan halkının sesini
dünyaya duyurabilmek için çalışmalar yürütmektedir.
DOĞU TÜRKİSTAN’A ÇİN İŞKENCESİ
Önceki bölümlerde de belirttiğimiz gibi Doğu Türkistan toprakları bin yıl
boyunca İslam yurdu olmuştur. Ancak yarım asırdan fazla bir süredir, Doğu
Türkistan topraklarında Müslümanlar, komünist Çin yönetiminin işgali
altında yaşamaktadırlar. Urumçi Üniversitesi'nin duvarında yer alan ve
İngiliz The Independent gazetesinin bölge sorumlusu Andrew Higgins'in
deyimiyle "katıksız ırkçı düşünce ile zehirlenmiş bir zihniyetin
göstergesi" olan bir yazı, Çinlilerin Uygur Türkleri'ne bakış açısını
yansıtmaktadır:
Uygur erkeklerini sonsuza kadar kölemiz yapalım, Uygur kadınlarını da
asırlar boyunca fahişemiz.
Bölgede 1 milyon kadar askerini silah altında tutan Çin, Doğu Türkistan'da
Müslümanların attığı her adımı kontrol etmektedir. Yollarda kurulmuş olan
askeri denetim noktalarında tüm araçlar tek tek durdurulup içleri aranırken
erkekler hakarete uğrayıp tartaklanmakta, Müslüman kadınlar ise tacize
uğramaktadır. Çin'in baskısı, yolların tutulması veya askeri birliklerin
sık sık evlerde arama yapması ile de sınırlı değildir. Japonya'da
yayınlanan Mainichi Daily News gazetesi bu ağır baskıyı 29 Haziran 2000
tarihli sayısında şöyle aktarmıştır:
(Doğu Türkistan'da) Çin'in denetimi gün geçtikçe artmakta ve daha da
dayanılmaz bir hal almaktadır. Halkın Kurtuluş Ordusu her yerde. İletişim
sınırlı ve polis denetiminde yapılabiliyor. Çok az köyde telefon var ve bu
hatların hepsi dinleniyor. Bir kişi sadece boş bir şüphe üzerine yıllar
boyunca tutuklu kalabiliyor.
Müslümanlar keyfi olarak tutuklanıp çalışma kamplarına gönderilmekte,
asılsız suçlamalarla idam edilmekte, zaman zaman da toplu olarak
katledilmektedirler. Bunun yanı sıra, namazlarını gizli kılmak zorunda
kalmakta, oruç tutmalarına izin verilmemekte, dini eğitim almaları
engellenmektedir. Müslüman nüfusun sayısının artmasını engellemek için
uygulanan metod ise insanlık dışıdır: kadınlara zorla kürtaj yapılmakta,
birden fazla çocuğa sahip olanların çocukları ellerinden alınmaktadır.
Tüm bu zulüm ve işkencelere karşı Doğu Türkistan halkının, haklarını
savunma veya kendilerini koruma imkanı yoktur. Ancak dünyanın dört bir
yanındaki Müslümanlar, ihtiyaç içindeki bu savunmasız insanlara birçok
şekilde yardımda bulunabilirler. Doğu Türkistan halkının yaşadığı zulmü
dünya kamuoyunun ve uluslararası kuruluşların dikkatine sunacak her türlü
girişim, bu konuda yapılacak en ufak bir katkı bile önemli bir hizmet
olacaktır.
Yapılabilecek en büyük yardım ise hiç şüphesiz, tüm bu zulmün gerçek
kaynağı olan dinsizliği fikren çürütmek, bunun yerine hakkı ve güzel ahlakı
hakim kılmak için fikri bir mücadele yürütmektir. Bu şekilde yalnızca Doğu
Türkistan'daki Müslümanlara değil, dünyanın dört bir yanında haksız yere
öldürülen, "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için yurtlarından sürülen,
inançları uğrunda işkenceye uğrayan insanlara yardımcı olabilmek mümkündür.
Komünist Toplum Yapısı
Maddenin ezeli ve ebedi olduğunu savunan, Allah'ın varlığını inkar eden,
her türlü manevi ve ahlaki değeri reddeden komünist ideoloji bugüne kadar
farklı ülkelerde ve farklı toplumlarda hayata geçirilmiştir. Ancak bu
ideolojinin her türlü pratik uygulaması insanlar için büyük bir zulme
dönüşmüştür. Bunun nedeni, komünist ideolojinin hayata ve insana olan bakış
açısıdır. İşte komünist ideolojinin dünya görüşü ve komünizmin yaşandığı
toplumların genel yapısı:
* Komünist toplumlarda, Darwin'in evrim teorisi temel alınarak, insanlar
gelişmiş bir hayvan türü olarak kabul edilir. Dolayısıyla toplum da bir
hayvan sürüsü sayılır. Bu nedenle de insana değer verilmez.
* 'Zaten sürüde çok var, bir tane eksilse bir şey olmaz' anlayışı
geçerlidir. Çalışamayan ya da sakat olanlar sürüden atılır, ölüme terk
edilir. Hastalıklı ve zararlı olarak kabul edilir. Hayatı, bir "yaşam
mücadelesi" olarak gören bu anlayışta zayıfların yok olmasında bir sakınca
yoktur, bilakis bu gereklidir. Bencillik bu anlayışın temel özelliğidir.
* Toplum tıpkı sürüdeki hayvanlar gibi tek tip insanlardan oluşur.
İnsanlardan aynı şekilde giyinmeleri, aynı şekilde düşünmeleri ve aynı
şekilde konuşmaları istenir. Farklı kültürlere, farklı inançlara, farklı
fikirlere yer yoktur.
* İnsanların bireysel özellikleri değil, topluluğa verdikleri güç ve
katkıları ön plana çıkar. İyi çalışan işçi, iyi çalışan köylü ideal
insandır. Sistem sadece maddi bir kavram olan çalışma ve üretme kavramları
üzerine kuruludur. 'Üretmek sürüyü güçlendirmektir' mantığı geçerlidir.
* İnsani özellikler ve güzel ahlak hiçbir zaman dikkate alınmaz. Komünist
toplumda affedicilik, merhamet, vefa, şefkat gibi insanı duygulara yer
yoktur.
* Allah korkusu sistemli olarak yok edildiği için, insanlar ancak sistemden
korktuklarından dolayı suç işlemekten kaçınırlar. Bu nedenle, sistem
görmeyecekse ya da kişi cezalandırılmayacaksa, her türlü gayri meşru iş
yapılabilir. Hırsızlık, fuhuş, cinayet ve ahlaki dejenerasyon, komünist
toplumlarda son derece yaygındır.
* Ahiret inancını inkar eden komünist ideolojiye göre insanlar öldükten
sonra yok olacaklardır. Bu nedenle insanlar hayatta kalabilmek, güçlü
olabilmek için herşeyi yapabilirler. Herkesi düşman ve kendi yaşam
mücadelesinde rakip gördükleri için, kendi çıkarları doğrultusunda her
türlü ahlaksızlığı ve kötü fiili işleyebilirler.
ÇİN'İN DOĞU TÜRKİSTAN POLİTİKASI, KOMÜNİST İDEOLOJİDEN BAĞIMSIZ OLARAK
DÜŞÜNÜLEMEZ
Çin'in Doğu Türkistan'da izlediği politika da komünist ideolojinin genel
bir yansımasıdır. Bu nedenle Doğu Türkistan'da yaşananları bu ideolojiden
bağımsız olarak değerlendirmek mümkün değildir. Benzeri zulüm ve işkenceler
Çin'in dört bir yanında pek çok farklı birey veya toplum kesimine karşı da
uygulanmaktadır ve bu durum, totaliter yapının komünizmin ayrılmaz bir
parçası olduğunu gösteren örneklerdendir. Bu nedenle bu bölüm içinde Doğu
Türkistan halkının maruz kaldığı baskı ve zulüm ile birlikte Çin'in
ideolojisini, despot rejimini ve kendi halkına uyguladığı zulüm ve
işkenceleri de ele alacağız.
Gerçekte tüm din düşmanı zalim yönetimler, iktidarlarını sağlam kılmak ve
muhafaza edebilmek için baskı ve şiddete başvururlar. Tarihin ünlü
zalimleri ve diktatörleri hakimiyetleri altındaki insanları hep ezmiş,
aşağılamış, keyfi olarak katletmişlerdir. Bu anlamda Firavun ile Hitler'in,
Hitler ile Stalin'in, Stalin ile Mao'nun birbirlerinden pek farkı yoktur.
Tüm bu liderler iktidarları ve ideolojileri uğruna suçsuz insanları hiç
tereddüt etmeden öldürtmüşler, korkunç katliamlar emretmişlerdir. Mao da
tıpkı diğerleri gibi kurduğu komünist yönetimi güçlendirebilmek için
toplama kampları oluşturmuş, buraları işkence merkezleri haline dönüştürmüş
ve kendisinden farklı düşünen milyonlarca insanı acımasızca öldürtmüştür.
1949 yılında kurulan Çin Halk Cumhuriyeti, totaliter bir despotizm, katı
bir bürokrasi, tüm üretim kaynaklarının ve araçlarının devlet tarafından
kontrol edildiği bir sistem üzerine inşa edilmiştir. Mao'nun uyguladığı
ekonomik programların yol açtığı felaketler ve kasıtlı kıtlık politikaları
neticesinde yaşanan kayıplar ise halkı büyük bir yıkıma götürmüştür.
Mao'dan sonra iktidara geçen Deng Xiaoping bazı ekonomik reformlar yaparak,
ülkenin kapısını yabancı yatırımcılara ve liberal ekonomiye açmış, bu
şekilde ekonomiyi düzeltmeyi hedeflemiştir. Ancak ekonomik açıdan yaşanan
gelişmeler sadece üst düzey devlet yönetiminin işine yaramış, Çin halkının
önemli bölümünün bu gelişmelerden pek menfaati olmamıştır. Üstelik Çin
ekonomisinde liberal ekonomi istikametinde bir gelişim yaşanırken, siyaset
ve toplum açısından aynı şeyleri ifade etmek mümkün değildir. Her ne kadar
son zamanlarda Çin'den bahsedilirken "eski komünist sistem" gibi kelimeler
kullanılsa ve komünizmin sona erdiği dile getirilse de, yaşananlar bu
sözleri yalanlamaktadır.
Çin hala, kökü Mao'nun komünizm anlayışına dayanan, totaliter bir anlayışla
yönetilmektedir. Ekonomik alanda yapılan reformlar Çin Komünist
Partisi'ndeki yöneticilerin zihniyetlerinde bir değişiklik yapmamıştır.
Ekonomik olarak sağlanan ilerleme ve elde edilen gelirin büyük kısmı halkın
daha çok baskı altına alınması, muhalif seslerin bastırılması için
kullanılmaktadır. Şu anda Çin, dünya ülkeleri arasında en çok idamın
yaşandığı ülkedir. Dahası, idamların bir gösteriye dönüştüğü, idam edilen
kişilerin organlarının kar amaçlı ve izinsiz satılığa çıkarıldığı, hamile
kadınların bebeklerinin zorla alındığı, belki de tek ülkedir. Ülke çapında
1.000'den fazla çalışma kampı vardır ve bu kamplardaki tutuklu ve
hükümlülere sistemli olarak işkence uygulanmaktadır.
ÇİN'DE İDAMLAR RUTİN BİR UYGULAMA HALİNİ ALMIŞTIR
İdam, Kızıl Çin'in baskı ve şiddete dayalı rejiminin önemli bir siyasal
kontrol mekanizmasıdır. Ünlü Çinli muhalif Harry Wu, ülkesindeki bu durumu
şöyle tarif eder:
Diktatörlük doğrudan şiddetle bağlantılıdır ve rejimini ona dayanarak
geliştirir. Aynen ünlü bir Çin atasözünde belirtildiği gibi, 'maymunu
korkutmak için tavuğu öldürür.' "Toplumsal eğitim", idamların toplum önünde
gerçekleştirilmesiyle yapılır ve toplu idamlar Parti'nin şiddete duyduğu
güvenin göstergesidir.
Kızıl Çin rejimi tarafından bugüne kadar milyonlarca insan idam edilmiştir.
Öldürülenlerin sayısını tam olarak tespit edebilmek mümkün değildir.
Verilen rakamların çoğunluğu genel tahminlere dayanmakta, ancak yapılan
yeni araştırmalar katledilen insan sayısının tahmin edilen rakamlardan çok
daha fazla olduğunu ortaya koymaktadır. Komünist rejimin, idamı ve insan
katliamını temel prensiplerinden biri olarak kabul etmesi ise yeni bir olgu
değildir. 16 Mayıs 1951 tarihli gizli bir belge, Mao'nun Çin'de katletmeyi
planladığı insan sayısını belli bir kotaya göre belirlediğini gözler önüne
serer:
Öldürülmesi gereken karşı devrimcilerden bahsederken belli bir oranın
belirlenmesi şarttır. Kırsal bölgelerde bu oran genel nüfusun 1/1.000'ini
geçmemelidir. Şehirlerde ise bu oran, biraz daha az olmalıdır, genel
nüfusun 0.5/1.000'i uygun gözüküyor. Örneğin 2 milyon kişinin yaşadığı
Pekin'de 600'den fazla kişi öldürüldü. 300 kişi daha öldürülmesi
planlanıyor. Toplam 1.000 kişi yeterli olacaktır... Hala büyük grupların
öldürülmesi zaruridir ve Temmuz ayının sonuna kadar öldürmeyi
planladıklarımızın 2/3'sini öldürmek için elimizden geleni yapmalıyız.
Görüldüğü gibi Mao, katliamlarını planlarken, öldürülecek kişinin herhangi
bir suç işlemesini zorunlu görmüyordu. İnsanları öldürmeyi, sırf topluma
vereceği korku açısından gerekli görüyor ve idamların sayısını bir "kota
meselesi" olarak değerlendiriyordu. Bu düşüncenin bir diğer örneğini, "bir
insanın ölümü trajedi, bir milyon insanın ölümü ise bir istatistiktir"
sözüyle ünlü olan Stalin'de de bulmak mümkündür. Komünist Stalin'in
"istatistiksel" cinayetleri sonucunda, 40 milyon masum insan hayatını
yitirmiştir.
Mao da öldürülecek kişiler için ölüm emrini bizzat kendisi, yazılı olarak
vermekten çekinmemiştir. 17 Ocak 1951 tarihli bir belgede, içlerinde Deng
Xiaoping'in de bulunduğu yoldaşlarına şöyle talimat verir:
Hunan'ın batısındaki 21 bölgede 4.600 çete lideri, yerel direnişçi ve
Koumintang ajanı öldürülmüştür. Bu yıl yerel otoriteler tarafından bir grup
insanın daha öldürülmesi planlanmaktadır. Bu uygulamanın gerekli olduğuna
inanıyorum... gerekirse daha büyük gruplar öldürmeliyiz... Büyük hamleler
gerçekleştirmek, gerektiğinde öldürülmesi gereken tüm muhalifleri
soğukkanlılıkla öldürebilmeyi gerektirir.
Mao'nun hayatta olduğu ilk dönemlerde idamlar büyük bir hızla ve kimi zaman
toplum önünde, kimi zaman da kimsenin haberi olmadan gerçekleştiriliyordu.
Örneğin 1953'de Yang Pei isimli bir kadın kocasının idam edilmiş olduğunu,
kocasından boşanmak için mahkemeye başvurduğunda öğrenmişti.
Deng döneminde de idamlar devam etti. Bu arada, idam edilen kişilere
sıkılan kurşunların masrafının ailesinden karşılanması gibi, akıl almaz bir
"tasarruf" tedbiri de uygulamaya kondu. Üstelik bu dönemde idamlar
sayesinde devletin kar elde edeceği bir yol daha bulunmuştu: İdam edilen
kişilerin organları satılığa çıkarılıyor, bu gelire devlet tamamen el
koyuyordu.
Görüldüğü gibi günümüzün Kızıl Çin yöneticileri de, düzenli idamlar
gerçekleştirirken, insanları çalışma kamplarında katlederken, aslında sözde
"ebedi" önderleri Mao'nun izinden gitmektedirler.
Çin'de idamlar hala düzenli olarak geçekleştirilmektedir. Yıl boyunca
gerçekleşen idamlarda tam olarak kaç kişinin hayatını kaybettiği ise, Çin
hükümeti bu bilgiyi devlet sırrı olarak nitelendirdiği için,
bilinmemektedir. Yine de genel bir fikir vermesi açısından bazı rakamlar şu
şekilde aktarılabilir:
Uluslararası Af Örgütü'nün (Amnesty International) hazırladığı rapora göre
1994 yılında 2.050 kişi idam edilmiştir. Yalnızca 1995'in ilk yarısı için
bu sayı 1.313'tür. 2000'li yıllara geldiğinde ise sayı daha artmıştır.
[tarihinde düzeltildi 9/7/2009 Saat 07:11 Yazar Tukenmez]
|
|
Junior Member Cevaplar: 13 kayıt olmuş: 18/3/2009 Durum: ÇevrimdışıCinsiyet:
|
|
Yazılış Tarihi: 9/7/2009 Saat 06:12 |
|
|
2001 yılının ilk üç ayı içerisinde 1.781 kişi idam edilmiştir. Bu rakama
idam edilmeyi bekleyen 2.960 kişi dahil değildir.
Bu sayı Çin'in dışında kalan dünya ülkelerinin son üç yılda idam ettikleri
kişilerin toplam sayısından bile daha çoktur. Üstelik idam edilenler
arasında 15-16 yaşında kız çocuklarından din adamlarına kadar çok çeşitli
sosyal gruplardan insanlar bulunmaktadır. Bu insanların pek çoğunun ortak
"suçu" ise kendi vatanlarında özgürce yaşama, konuşma, düşünce ve ibadet
özgürlüğü gibi en doğal insan haklarına sahip olmayı talep etmektir. Oysa
Çin hükümetinin gözünde hem adi suçlular hem de demokrasi yanlıları "karşı
devrimci"dir. Yani olabilecek en ciddi suçu işlemektedirler. Bu nedenle
basit suçlardan olduğu kadar düşünce suçları nedeniyle de pek çok kişi idam
edilmektedir. Ayrıca günümüzde siyasi suçluların idam edilebilmesi için
bazı yeni yöntemler geliştirilmiştir. Bu yöntemlerden en yaygın olanı ise,
siyasi suçluların, düzmece adi suçlarla suçlanmalarıdır.
Çin yetkilileri, her zaman, halka göz dağı vermek ve hükümetin gücünü
artırmak için idamın gerekli olduğunu düşünmüşlerdir. Bu nedenle de idam
edilecek kişileri şehrin sokaklarında dolaştırarak ifşa etme ve daha sonra
yine halkın gözü önünde idam etme yöntemini tercih etmektedirler. İdam
edilecek kişi elleri kelepçeli olarak halkın önüne getirilir ve yüzü
seyirciye dönük olarak tutulur. Boynundaki yaftada ise ismi ve suçu
yazılıdır. Meydanlarda yaşanan bu vahşet sahneleri, televizyonlardan da
canlı olarak yayınlanmaktadır.
1984 yılında Newsweek dergisinde toplu idam sahnelerinin resminin
yayınlanmasının ardından uluslararası imajının zedeleneceğini düşünen Çin
hükümeti, yeni bir genelge yayınlamış ve idam edilecek kişilerin sokaklarda
dolaştırılması kuralını kaldırmıştır. Hatta sonraki yıllarda bu genelge,
idam edilecek siyasi tutukluların idamlarının ailelerinden dahi saklı
tutulması maddesi eklenerek genişletilmiştir. Bu genelgeler Çin'de siyasi
idamların kalktığı değil, gözden uzak mekanlarda tüm hızıyla devam ettiği
anlamına gelmektedir. Ayrıca 1989'da yaşanan Tiananmen olaylarından sonra
iç politikaya dair endişeler, uluslararası imajın önüne geçmiş ve bu olayda
yer alan muhalif isimlerin bir kısmı toplum önünde idam edilmiştir.
Kızıl Çin'in insanları sırf farklı fikirleri ve inançları dolayısıyla idam
etmesi, Hz. Musa döneminde yaşamış ve tarihin en zalim diktatörlerinden
olan Mısır Firavunu'nu hatırlatmaktadır. Firavun, Hz. Musa'ya tabi olup
iman edenleri, sırf kendi sözünden dışarı çıktıkları, kendisinin koyduğu
kurallara uymadıkları gerekçesi ile idam etmekle tehdit etmiştir.
Firavun'un iman edenlere yönelik bu tehdidi Kuran'da şu şekilde
bildirilmiştir:
(Firavun) Dedi ki: "Ona, ben size izin vermeden önce mi inandınız?
Şüphesiz, o, size büyüyü öğreten büyüğünüzdür; öyleyse yakında
bileceksiniz. Şüphesiz ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim
ve sizin hepinizi gerçekten asıp-sallandıracağım." (Şuara Suresi, 49)
İDAMLAR DOĞU TÜRKİSTAN'DA DA DEVAM EDİYOR
Kendi halkına karşı böylesine acımasız bir politika izleyen Çin'in baskısı,
Doğu Türkistan söz konusu olduğunda çok daha serttir. Ülkenin dört bir
yanında gerçekleştirilen idamlarda öldürülen Doğu Türkistan Müslümanlarının
oranı oldukça yüksektir. Müslüman halkın, dinlerini özgürce yaşamak,
dillerini konuşabilmek gibi temel hak ve özgürlüklerini savunmak için
düzenledikleri herhangi bir girişim, şiddetle cezalandırılmaktadır.
Çin genelinde olduğu gibi Doğu Türkistan'da da idamlar devam etmekte,
genelde hiçbir delili olmayan suçlamalarla, sadece şüpheye dayanılarak
masum insanlar katledilmektedir. Çin'de mahkemeler demokratik ülkelerdeki
gibi bağımsız olarak işlememekte, Çin Komünist Partisi'nin siyasi amaçları
çerçevesinde hareket etmektedir. Bu nedenle de idama mahkum edilen
kişilerin davaları çok hızlı görülmekte, insanlara kendilerini savunmak
için yeterli süre ve imkan tanınmamaktadır. Hızla alınan idam kararı, çoğu
zaman kişinin ailesinin haberdar edilmesine bile vakit tanınmadan infaz
edilmektedir. Resmi rakamlara göre 1997-1999 arasında yalnız Doğu
Türkistan'da 210 Müslüman idam edilmiştir, gerçek sayının ise bundan çok
daha fazla olduğu tahmin edilmektedir. Her ay mutlaka idamlar
gerçekleştirilmekte, Mao'nun "belirli bir kotaya göre öldürme" yöntemi
titizlikle uygulanmaktadır.
Komünist yönetimin, Müslüman varlığını sindirebilmek için başvurduğu
yöntemlerden biri de toplu tutuklamalar ve göz altında yapılan
işkencelerdir. Tutuklanan Müslümanların büyük kısmı çalışma kamplarında
ağır hapis cezalarına çarptırılmaktadır. Ancak tutuklananlardan daha sonra
çoğunlukla haber alınamamaktadır. Aileleri bu kişilerin nerede
tutulduklarından veya hala yaşayıp yaşamadıklarından bile haberdar
değildir.
Çin hapishaneleri ve çalışma kampları işkencenin yoğun olarak kullanıldığı
yerlerdir. Çeşitli uluslararası örgütler de Çin'deki sistemli işkenceye
dikkat çekmekte ve yayınladıkları raporlarla Çin hükümetini
uyarmaktadırlar. Bu raporlardan birisi de Uluslararası Af Örgütü'nün 1999
yılında yayınladığı ve Doğu Türkistan'daki insan hakları ihlallerini konu
alan 34 sayfalık raporudur. Bu raporda yer alan pek çok olaydan biri de
Doğu Türkistan'da tutuklu bulunan 17 yaşında bir gencin yakınlarının
hapishanelerdeki koşullarla ilgili anlattıklarıdır:
Hapishane o kadar kalabalıktı ki, tutukluklar küçük bir hücrede 5-6 kişi
tutuluyorlardı. Hücrenin küçüklüğü geceleri uyumalarına engel oluyor, ancak
nöbetleşerek uyuyabiliyorlardı. Polisler hücreleri her dolaştıklarında
tutukluları dövüyorlardı. Sorgulama için seçilen tutuklular, dayak
yedikleri, dövüldükleri, bedenlerine elektrik şok verildiği özel bir sorgu
odasına götürülüyorlardı. Sorgu odasında duvara monte edilmiş bir ray
vardı. Bazı tutuklular tek ayaklarından veya tek ellerinden buraya
kelepçelenerek asılıyor ve bu pozisyonda 24 saat bekletiliyorlardı.
Kelepçeleri çözüldüğünde ayakta bile duramaz halde oluyorlardı. Bazılarının
kerpetenle tırnakları çekiliyor, bazılarının ise tırnaklarının altına
elektrik veriliyordu.
Bu işkenceleri yaşayan tutuklu iki ay boyunca hapishanede kalmış ve ancak
ailesinin verdiği 2.000 Yen rüşvet sonrasında serbest bırakılmıştır.
Gözaltına alındıktan sonra Halk Güvenlik Bürosu'nda tutulan bir başka
tutuklunun yaşadığı işkence olayları çok daha acımasızdır. Üstelik bu
kişinin tek suçu arkadaşları ile bir araya gelip fikir alış verişinde
bulunmaktır:
Tutukevinin yanında, yer altında şüphelilerin sorgulandığı özel bir mekan
vardı. O da burada sorgulandı ve çeşitli işkencelere maruz kaldı. Örneğin
elleri arkasından bağlandı ve sorgucular kollarını havaya kaldırıp bükmeye
başladılar. Çok acı veren bu pozisyonda uzun süre tuttular. Daha sonra
vücuduna elektrik verdiler. Dili ve cinsel organı da dahil olmak üzere tüm
vücuduna elektrik veriliyordu. Bacaklarına ahşap sopalarla vuruyorlardı.
İşkence sırasında kafasına, hayati bir tehlike geçirmemesi için, metal bir
miğfer giydirmişlerdi. Çünkü bazı tutuklular işkence görürken artık bunun
bir son bulmasını sağlamak için başlarını özellikle duvarlara vuruyorlar,
böylece intihar ediyorlardı.
Suçlu bulunan kişilerin sözde "yeniden eğitilmek" için gönderildikleri
çalışma kamplarında ise koşullar çok daha fecidir. Çin'de "yeniden eğitmek"
kişiyi komünist ideolojiyi kabul etmeye ikna etmek, koşullar ne olursa
olsun Parti'nin emirlerine itaat edecek kıvama getirmek anlamına
gelmektedir. Bunun için kullanılan yöntemler ise insanlık dışıdır:
Kamplardaki tutukluların odun keserek, taş kırıp taşıyarak ve tarım
işlerinde çalışarak en az 10 saat çalışmaları gerekmekteydi. Eğer vaktinde
uyumaz veya uyanmazlarsa, bağırarak konuşurlarsa, güler veya ağlarlarsa,
abdest almak için gizlice su alırlarsa, yapmaları gereken işleri
bitirmezlerse, gardiyanlara cevap verirlerse ağır bir şekilde
cezalandırılıyorlardı. Başa vurarak dövme, vücudun çeşitli yerlerine
elektrik verme, havada uçak pozisyonunda asılı tutma, direğe asma, tavana
asıp dövme ise en sık verilen cezalar arasındaydı. Çoğu zaman mahkumların
makatlarına elektrikli çubuk sokuluyordu. Pek çok mahkumun dişleri
kırılmış, çoğu kısmi duyma kaybına uğramış, kolları kırılmış ve enfeksiyon
kapmışlardı. Sık sık gardiyanlar tarafından aşağılanıyor ve alay
ediliyorlardı. Yemek vakitlerinde önce Çince marş söylemeleri gerekiyor,
yapmayanlara yemek verilmiyordu. Kampta doktor bulunmuyordu. Hasta olan
mahkumlar çalıştırılmaya devam ediliyor, yemek verilmiyordu, ancak bulaşıcı
bir hastalığa yakalanmışsa 36 km uzaklıktaki hastaneye götürülüyorlardı.
Bazıları ise hastaneye götürülürken yolda hayatlarını kaybediyordu.
Görüldüğü gibi Çin'in Doğu Türkistan'da izlediği politika, kitlesel bir
işkence ve soykırım programıdır. Doğu Türkistan Enformasyon Merkezi'nin
edindiği bilgiye göre, sadece 1999 yılının başından aynı yılın Mart ayına
kadar Doğu Türkistan'da 10 bine yakın Uygur Türk'ü hayali suçlamalarla
gözaltına alınmış, üstte tarif edilen şartlarda tutuklu olarak alıkonmuş,
Komünist Parti denetimindeki yargı sürecinin sonucunda da ölüm cezası başta
olmak üzere son derece ağır cezalara çarptırılmışlardır. 1999 yılının
başından Mart 2000'e kadar Doğu Türkistan'da mahkemelerde ölüm cezasına
çarptırılmış veya çatışmalarda işkence sonucu öldürülmüş kişilerin sayısı
ise 2.500 civarındadır.
Çin Hükümeti Doğu Türkistan'da yürütmekte olduğu soykırımda küçük çocukları
bile çeşitli suçlamalarla tutuklamaktadır. Örneğin, 30 Ekim 1999'da Hotan
Şehri Emniyet Müdürlüğü, ortaokul öğrencisi bir Türk kızını, el yazısının
sokağa yapıştırılan duvar yazısına benzediği gerekçesiyle tutuklamıştır.
Bunların dışında, Bölge Genel Sekreteri Wang Le Çuan Hotan'da yaptığı
basına kapalı konuşmasında, ders kitabının üzerindeki Mao'nun resmini
yırttığından dolayı bir ilkokul öğrencisinin tutuklandığına yer
vermiştir.
"YENİDEN EĞİTİM MERKEZLERİ": LAOGAİLER
Hitler'in toplama kamplarının ve Stalin'in toplama kampları olan gulagların
yerini Çin'de "laogai"ler almıştır. İnsanların düşüncelerini tamamen
kontrol altına almayı hedefleyen, bu amaçla onları köleleştiren laogai
sistemi, Çin Devletinin en önemli denetim mekanizmalarından birisidir. Bu
kamplarda bugüne kadar 20 milyon insan hayatını kaybetmiştir. Bir tür
toplama kampı olan bu yerlerde suçluların zorla çalıştırılarak sözde
"yeniden eğitilmeleri" hedeflenmektedir. En sık kullanılan sloganlardan
birisi, "zorla çalıştırmak bir araç, düşünce devrimi ise amaçtır"
sloganıdır. Daha açık ifade etmek gerekirse laogailerde amaç, potansiyel
tehlike olarak görülen kişilerin her türlü yönteme başvurularak Komünist
Parti'nin istediği forma girmesini sağlamaktır. Bu ise aşağılanma, eziyet
görme, köleleştirilme ve işkence ile eş anlamlıdır.
Ancak bu kamplar çoğu zaman başka isimlerin arkasına gizlenir, bazen bir
fabrika, bazen bir maden, bazen de sıradan bir çiftlik görünümündedir.
Örneğin The Washington Post gazetesinde yer alan bir haberde "Hunan Özel
Elektrik-Makine Fabrikası"nın bu merkezlerden biri olduğuna yer
verilmiştir. Asıl adı "Hunan Bölgesi 1 No'lu Hapishane" olan bu merkezde
sayıları 2 bin ile 3 bin arasında değişen tutuklular günde ortalama 16 saat
çalıştırılarak üretim yapmaktadır. Eskiden endüstriyel jeneratör üretimi
yapılan fabrikada, şu anda ilaç kutusu, eldiven, yılbaşı ışıkları gibi
değişik ürünler imal edilmektedir.
Asıl amacı suçluların cezalandırılması olan laogailerde, suçlular çok ağır
şartlarda çalıştırılarak sömürülmektedir. Laogailerde bulunan insanların
hiçbir hakları yoktur. Fabrikalarda, madenlerde, devlet çiftliklerinde
çalışmak ve kurallara uymak zorundadırlar. Bir kişi, yetkililer onun tam
anlamı ile yenilendiğine (yani türlü işkence ve zulüm yöntemleriyle
Komünist Parti'nin istediği forma girdiğine ve itaat eder hale geldiğine)
kanaat getirene kadar bu kamplarda tutulur. Bazen bu bir ömür boyu sürer.
Çünkü bir suçlunun ceza süresi dolsa bile eğer yönetim kişinin değiştiğine
kanaat getirmezse, görev değişikliği yapılarak bu kişi kampta tutulmaya
devam edilir. 1997 yılı itibarıyle, Çin genelinde 1.000'den fazla laogai,
bu laogailerde ise 8-10 milyon kişi bulunduğu bilinmektedir.
Bu tutsakların ürettiklerinin geliri Çin'in bütçesinin önemli bir kısmını
oluşturmaktadır. 1999 yılında yapılan bir araştırmada sadece 99 laogainin
yıllık toplam 842.7 milyon dolarlık satış yaptığı ortaya çıkarılmıştır.41
Diğer bir deyişle dünyanın dört bir yanında Çin yapımı mallar kullananların
büyük bölümü, aslında Kızıl Çin yönetiminin kamplarda zorla çalıştırdığı
tutukluların yaptıkları ürünleri kullanmaktadırlar. Örneğin Çin, dünyanın
önemli çay üreticileri arasında yer almaktadır. İhraç ettiği çayın 1/3'i
ise laogailerde üretilmektedir. Laogailerdeki işçi köleler 120 çeşit çay
üretmektedir ve eğer ürün yeterince kaliteli olmazsa
cezalandırılmaktadırlar.
Aslında komünist ideolojinin ana unsurlarından biri olan "insanlar
ürettikçe önemlidir, mühim olan üretimdeki artıştır" düşüncesi laogailerin
yapılanması için de geçerlidir. Çin Komünist Partisi'ne göre insan en
önemli üretim aracıdır ve tüm insanlar üretici güç olarak hizmet
vermelidirler. Ve şiddet, üretim gücünü artıracak en önemli öğedir. 19 yıl
boyunca laogaide kalan ve Amerika'ya iltica ettikten sonra kurduğu Laogai
Vakfı aracılığı ile Çin'deki insan hakları ihlalleri ile mücadele eden
Harry Wu'nun yaptığı araştırmalara göre, Çin, laogailerde yapılan üretimden
yılda 600 milyon dolar kar elde etmektedir. Bu rakam Pekin tarafından
yapılan resmi açıklamalarda da kabul edilmiştir.
Görüldüğü gibi laogai basit bir hapishane sistemi değil, Komünist Parti'nin
totaliter rejimini devam ettirebilmesini sağlayan önemli bir siyasi
araçtır. Nitekim Mao da bu gerçeği şu sözleri ile dile getirmiştir:
Marksizm, devleti, bir sınıfın bir diğer sınıfı yönetebilmek için
kullandığı bir şiddet aracı olarak görür. Laogailer de bu devlet
mekanizmasının şiddet araçlarından birisidir. Bu araçlar proletaryanın ve
halk kitlelerinin çıkarlarını temsil eder ve sömürgeci sınıflardan
kaynaklanan muhalif düşüncelerin üzerindeki diktatörlüğünü
sağlamlaştırır.
Çin hükümeti her ne kadar bu kampların gerçek yüzünü gizlemeye çalışsa da,
kamplarda yıllarını geçirmiş daha sonra yurt dışına iltica etmiş kişiler
laogailerde yaşananları tüm dünyaya açıklamaktadır. Uzun yıllar bir
laogaide kalmış olan Jean Pasqualini de bunlardan birisidir. Laogainin
iddia edildiği gibi bir "enstitü" değil, bir işkence sistemi olduğunu
söyleyen Pasqualini, bu kamplarda, olabilecek en insanlık dışı manzaraların
yaşandığını anlatır. Pasqualini'nin açıkladığı gerçeklerden birisi de,
Kızıl Çin'in, laogaileri veya suçluların cezalandırılmasını anlatırken
kullandığı aldatıcı üsluptur. Buna göre;
Çin'de tutuklular, sosyalizmi iki elleri ile yeniden inşa etmek için,
kendilerini yenilemek için, yeniden doğmak için ve yepyeni insanlar haline
gelmek için zorla çalıştırılırlar. Laogailerde bulunan işçi köleler,
yalnızca insanlık dışı koşullarda çalışmak zorunda kalmaz aynı zamanda
hatalarının bedelini de öderler. Çin cezalandırma sisteminin çok özel bir
lugatı vardır: insanlık dışı terminoloji insani bir dile çevrilmiştir.
Birisi asla cezalandırılmaz, ancak reformdan geçer. Hapishaneler
genellikle, bireylerin çalışıp öğrendikleri ve kendilerini yeniledikleri
okullar olarak adlandırılır. Bir tutuklu asla dayak yemez, kendisine ders
verilir. Asla aşağılanmaz, sadece eleştirilir. Ve hapishane yetkilileri
size, eleştirinin hükümetin size değer verdiğini gösteren bir şey olduğunu,
eleştiri olmadan gelişme olamayacağını anlatmakla vakit kaybetmezler. Bilgi
verenler (aslında bunlar ihbarcılardır), hükümete işini daha iyi
yapabilmesi için yardım eden kişilerdir. Bu kişiler aynı zamanda
tutuklulara "hatalarını anlamaları için yardımcı" olurlar. Tutuklular
arasında "yardım" en çok korkulan sözcüklerden biridir! Tutuklular
birbirlerini ispiyonlamazlar, sadece birbirlerine karşılıklı destek
verirler. Cezası dolan tutuklular mezun olmuşlardır ve topluma yeniden
karışabilir, yeni bir hayata atılabilir ve tekrar insanlar arasına
dönebilirler. Ancak serbest bırakılma sözcüğü de son derece yanlış ve
tehlikelidir. Çünkü pek çoğu çalışma kamplarında kalmaya devam eder ve işçi
köleler olarak kullanılırlar. Sadece artık statüleri değişmiştir. Çünkü
onlar artık "çalışanlar" veya "serbest kalmış işçiler"dir.
Çin komünistlerinin bu aldatıcı terminolojisi, George Orwell'in ünlü 1984
adlı romanında tasvir ettiği ve asıl işi insanlara işkence etmek olan
"Sevgi Bakanlığı"nı hatırlatmaktadır. Komünist totaliterliğin bu sahte
terimlerine, hayatın her alanında rastlanır. Jean Pasqualini bu ilginç
terminolojiyi aktarmaya şöyle devam etmektedir:
Proletarya Diktatörlüğü şimdilerde yerini Halkın Demokratik Diktatörlüğüne
bırakmıştır. Sanki bir diktatör demokrat olabilirmiş gibi. Ya da demokrasi,
diktatörlüğü tolere edebilirmiş gibi. Bir insan ya biridir ya diğeri. İkisi
birden olamaz! Terminoloji değişmiştir, ama hedefler hep aynıdır. 60'ların
başında yaşanan ve 20 milyon insanın hayatını kaybetmesi ile neticelenen
kıtlık da resmi olarak hep üç yıl boyunca süren ekonomik zorluklar olarak
anılmıştır. Büyük Atılım projesinin kurbanlarından bir kere bile
bahsedilmemiştir. Tam tersine bu durum iyi ve harika olarak tarif
edilmiştir.
ÇİN, MAHKUMLARIN ORGANLARINI SATIYOR
Kızıl Çin yönetimi yıllardır kendisine gelir sağlamak için, tıbbi yardım,
hastaların iyiliği, atıkların değerlendirilmesi gibi gerekçeler öne sürerek
mahkumların organlarını satmaktadır. Diğer bir deyişle mahkumların
organlarını kar amaçlı kullanmaktadır. Devlet, mahkumların idamından sonra
kullanılabilir her organ başına ortalama 10-15 bin dolar kar elde
etmektedir. 1970'lerde çıkarılan "idam edilen mahkumların bedenlerinin
kullanılmasına" dair kanunla, idam edilen kişilerin organlarının
kullanılması meşru hale getirilmiştir. Buna göre, eğer mahkum sahipsizse
veya kendisi ya da ailesi ölümünden sonra organlarının kullanılmasına izin
vermişse, idam edilen kişilerin organları alınarak satılmaktadır.
İlk bakışta belki makul gibi gözükebilecek bu uygulamanın, Çin'deki ortam
göz önünde bulundurulduğunda, aslında ne kadar vahşice olduğu daha kolay
anlaşılacaktır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Çin'de belki de en değersiz şey insan
hayatıdır ve sudan bahanelerle ayda ortalama 300 kişi idam edilmektedir.
İdam edilen kişilerin büyük çoğunluğu ise sahipsiz konumundadır, çünkü
aileler yakınlarının nerede tutuklu bulunduğunu bilmedikleri gibi,
genellikle idam edildiklerinden de çok sonra haberdar olmaktadırlar. Çoğu
zaman da idam edilen yakınlarına, kendi başlarına bir şey gelmesinden
çekindikleri için, sahip çıkmamaktadırlar. Bu durum neredeyse idam
edilenlerin hepsinin vücudunun parçalanıp organlarının alınmasını
meşrulaştırmaktadır. Nitekim Harry Wu, bu gerçeği kendi yaşamından bir
örnekle şöyle belirtmektedir:
Herkes gayet iyi bilir ki Çin'de tüm toplum her yönüyle Komünist Parti'nin
denetimi altındadır. Ve eğer Çin Halk Cumhuriyeti'nde bir kişi "devrim
karşıtı" veya "sınıf düşmanı" olmakla suçlanmışsa o kişi ya ailesinden
tamamen koparılır, ya da ailesinin de onu suçlaması sağlanır... Çalışma
kampında tutulduğum 19 yıl boyunca ailemden hiç kimse teknik olarak beni
görmeye gelmedi. Eminim ki o zaman idam edilseydim, ben de sahipsiz ya da
ailesi tarafından reddedilenler konumunda olacaktım ve bedenim hükümetin
kar etmesi için kullanılacaktı.
Ayrıca ailelerin idam olayından haberi olsa bile, Kızıl Çin hükümeti idam
edilen kişinin veya ailesinin iznini almaya pek de ihtiyaç duymamaktadır.
Ya da bir şekilde onları, yakınlarının organlarını bağışlamaya ikna
etmektedir. Mahkumların organlarının izinsiz olarak Çinli yetkililerce
alındığı Çinli bir doktor tarafından New York'da yapılan bir açıklamada
şöyle dile getirilmektedir:
Harry Wu ABD'de açıklama yapmadan önce izin diye bir şey yoktu, ama şimdi
Çin hükümeti mecburiyetten bazı formaliteler icat etti. Dolayısıyla şimdi
bir yabancı bu konuda bir şey sorduğunda artık ona verecek cevabımız var:
"Elbette, merak etmeyin."
Harry Wu 1994'de, mahkumların organlarının çıkarıldığı seanslara defalarca
katılmış bir hastane görevlisi ile yaptığı görüşmede, görevlinin kendisine,
"başı hedef alan tek bir kurşun, beyni parçalıyor. Beyin ölümü
gerçekleştikten sonra da, artık o bir insan sayılmıyor, sadece bizim
kullanacağımız bir atık durumuna düşüyor" dediğini aktarmakta ve Çin
hükümetinin mahkumlara bakış açısını gözler önüne sermektedir. Buna göre
mahkumlar, öldürülmesinde bir sakınca olmayan ve bedenleri atık olarak
kullanılabilecek kişilerdir.
Daha sonra bu organlar devlet tarafından yurt dışındaki hastalara fahiş
fiyatlarla satılmaktadır. Hatta Çin'de doktorlar yurt dışından gelen
hastalara, toplu idam dönemlerini beklemelerini tavsiye etmektedirler.
Mahkumların organlarının alınmasından sonra bu organların kim için ve nasıl
kullanılacağı da komünist devlet tarafından belirlenmektedir. Her zaman
olduğu gibi, Komünist Parti yöneticileri öncelikli sınıftır. Daha sonra
yabancı veya yurt dışında yaşayan Çin vatandaşları gelir. Eğer yeterince
paraları varsa, Çin'de yaşayan halk da bu organlardan faydalanabilir. En
son faydalanma hakkına sahip olanlar ise, çok ihtiyaçları olsa bile, sırada
olan fakir Çinli hastalardır. Dolayısıyla bu, insanlığın iyiliğine değil,
Komünist Parti yöneticilerinin ve elitlerin yararına çalışan bir sistemdir.
Ve bu sistem, çoğu zaman düşünmekten ve farklı fikir getirmekten başka
hiçbir suçu olmadığı halde katledilen kişilerin organları çalınarak
yürütülmektedir.
Yapılan araştırmalar 1970'li yılların başından 1995 yılı ortasına kadar
Çin'de 20 bin böbrek naklinin gerçekleştirildiğini göstermektedir.
Uluslararası Af Örgütü'nün 1996 tarihli raporu ise idam edilen mahkumların
neredeyse %90'ının organlarının alındığını belirtmiştir. The Washington
Post gazetesi 27 Haziran 2001 tarihli sayısında, organ ticareti içerisinde
yer alan bir doktorun itiraflarına yer vermiş ve bu ticaretin Çin'de ne
derece yaygın olduğunun altını çizmiştir.
Habere göre yanık uzmanı olan Wang Guoqi isimli bu doktor 100'den fazla
defa mahkumlardan organ alınması operasyonuna katılmıştı. Bu operasyonlarda
mahkumların derilerinin ve kornealarının toplanmasına yardımcı olan Guoqi,
çalıştığı "Tianjin Yarı Askeri Polis Hastanesi"nde bu organların fahiş
fiyatlara satıldığına da tanıklık etmişti. İdam tarihlerini ve yerlerini,
operasyona katılan doktorların isimlerini ve tıbbi prosedürlerin grafik
dökümünü de detaylı olarak veren Dr. Wang Guoqi, mahkumların vurulduktan
sonra hemen ambulansa götürüldüğünü ve ölümünden birkaç dakika sonra
organlarının alındığını anlatıyordu. Daha sonra ceset krematoryuma
götürülüyor ve burada Guoqi ve diğer doktorlar cesedin derisini
yüzüyorlardı. Dr. Guoqi bu manzarayı şöyle anlatıyordu:
Çıkarılabilir tüm organlar ve dokular alındıktan sonra geriye çirkin bir et
yığını kalıyordu. Daha sonra ceset krematoryumun yetkilileri tarafından
alınıp götürülüyordu.
Dahası Çinli yetkililer organların alınması için her zaman mahkumun
ölmesini beklemiyorlardı. Guoqi'nin yaşadığı bir olay bu durumun çarpıcı
örneklerinden birisiydi: Görevli mahkuma ateş etmiş, ancak kurşun mahkumu
anında öldürmemişti, mahkum yerde titremeye devam ediyordu. Buna rağmen
doktorlara mahkumu ambulansa götürmeleri emredilmişti. Ürologlar hemen
böbreklerini alırken, Guoqi ve diğer yanık cerrahları deriyi soymuşlardı.
Daha sonra da yarı ölü olan mahkumu plastik bir torbaya koyup çöpe
atmışlardı.
KIZIL ÇİN TARZI AİLE PLANLAMASI: BEBEK CİNAYETLERİ
Dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin, sosyal güvenliğini sağlayabilmek
için uzun yıllardır aile planlamasına özel bir "önem" vermekte ve bunu
çeşitli kanuni yaptırımlarla düzenlemeye çalışmaktadır. Ne var ki Allah
korkusunun olmadığı, dini ve manevi tüm değerlerin yok sayıldığı bir toplum
yapısında böyle bir düzenleme büyük bir vahşete dönüşebilmektedir. Çin'de
ailelerin bilinçlendirilmesi ve çeşitli tıbbi yöntemlerle kolaylıkla
sağlanabilecek bir planlamanın yerine, çocukların anne karnında veya
doğduktan sonra katledilmesi yöntemiyle nüfus planlaması yapılmaktadır.
Kuşkusuz bu, dinden uzak yaşayan, manevi değerlerini yitirmiş bir toplumun
içine düştüğü duyarsızlık ve vicdansızlığın boyutunu gösteren ibret verici
bir durumdur.
Hiç kimse Çin'de tam olarak kaç kadının zorla kürtaja maruz kaldığını
bilmemektedir, ama bu oran %1 dahi olsa, bu durumda milyonlarca çocuğun
katledilmiş olduğu ortaya çıkmaktadır.
1998 yılında Çin'den ABD'ye iltica eden ve yaşadığı bölgede "aile
planlamasından" sorumlu olan Gao Xiao Duan isimli yetkilinin itirafları tüm
dünya kamuoyunun dikkatini bir kez daha Kızıl Çin'in bu ilkel uygulamasına
çekti. Çin'de kadınların çocuk sahibi olmamaları için nasıl zorla
kısırlaştırıldıklarına, annelerinin karnından alınan çocukların nasıl ölüme
terk edildiğine şahit olan Duan yaşadığı olayları yaptığı basın
toplantısında tüm dünyaya anlatmıştı. Anlattığı olaylardan birinde 9 aylık
hamile olan bir kadının evraklarının üzerinde "doğum yapamaz" ibaresi
yazılı olduğu için çocuğunun nasıl elinden alındığını şöyle dile
getirmişti:
Ameliyat odasında, alınan çocuğun dudaklarını nasıl emdiğini, kollarını
nasıl gerdiğini gördüm. Bir doktor zehiri beynine enjekte etti, çocuk öldü
ve bir çöp kovasına atıldı.
Çocuk katliamının bir başka örneği de, Çin'deki iletişim ve haberleşme
yasaklarına rağmen dünya basınına yansıyan Hubei eyaletinin Caidian köyünde
yaşanan olaydır. İngiliz The Times gazetesinde, tüm dünya kamuoyunu dehşete
düşüren bu vahşet şu şekilde aktarılmıştır:
Dünya kamuoyu tarafından dehşetle karşılanan bu olayda, bir bebek doğar
doğmaz Çinli yetkililer tarafından ailesinin gözü önünde boğularak
öldürülmüştür. Aile planlaması politikasına rağmen dördüncü çocuğuna hamile
kalan bir anneye, önce çocuğunu öldürmek üzere iğneyle ilaç verildi. Ancak
buna rağmen çocuk sağlıklı doğunca, doğumun ardından çocuğun babasına
çocuğunu hastanenin dışında öldürmesi için emir verildi. Çocuğunu öldürmeyi
reddeden baba, çocuğu bir binanın girişine bırakıp kaçtı. Kısa bir süre
sonra bebeği bulan bir doktor, annesine teslim etti ve çocuğun ve annenin
tedavisini yaptıktan sonra evlerine gönderdi. Ancak evlerine gittiklerinde
nüfus planlama dairesinin yetkilileri onları beklemekteydi. Bebeği zorla
alan yetkililer, ailesinin gözleri önünde bir pirinç tarlasında çocuğu
boğarak öldürdüler.
Çin'de ve özellikle Doğu Türkistan'da izlenen aile planlaması politikasını
ele alırken üzerinde durulması gereken önemli bir diğer husus da, Çin
hükümetinin bu politikayı savunurken öne sürdüğü gerekçelerdir. Bu
gerekçelerden en dikkat çekeni ise "daha kaliteli bir millet oluşturmak"
sloganıdır. Bu Darwinist slogan daha çok faşist yönetimlerde karşımıza
çıkmaktadır ve 19. yüzyılda ortaya atılan öjeni teorisinin Çin'deki bir
uygulamasıdır. Öjeni teorisi, sakat ve hasta insanların ayıklanması ve
sağlıklı bireylerin çoğaltılması yoluyla bir insan ırkının "ıslah edilmesi"
anlamına gelmektedir. Öjeni teorisinin tarihteki en ünlü uygulaması ise
Nazilerin Ari Irk oluşturmak için işledikleri sistemli cinayetlerdir.
(Detaylı Bilgi İçin Bkz. Darwinizm'in Kanlı İdeolojisi: Faşizm, Harun
Yahya, Vural Yayıncılık, 2001)
Elbette söz konusu uygulamanın Müslümanlara yönelik yüzü çok daha ciddi
boyutlar içermektedir. Müslümanlar söz konusu olduğunda acımasızlık ve
zalimlik iyice sınır tanımaz hale gelmektedir. Zaman zaman Çinli ailelerin
fazla çocuk yapmalarına göz yumulabilmekte ya da çok hafif cezalara
çarptırılmaları yeterli görülmektedir. Müslümanların birden fazla çocuk
sahibi olmalarına ise hiçbir koşulda izin verilmemektedir. İkinci çocuğu
olacak Müslüman kadınlar, hamileliğinin sekizinci, dokuzuncu ayında bile
olsa evlerinden alınıp götürülmekte ve çocukları zorla alınmaktadır. Hatta
Çin birlikleri çoğu zaman köy köy, kasaba kasaba dolaşıp ikinci çocuğu
olacak kadınları kamyonlara doldurup götürmektedir. Son derece ilkel
koşullarda gerçekleştirilen kürtajlar neticesinde ise genellikle yalnızca
bebekler değil, anneleri de hayatlarını kaybetmektedir.
Nitekim bu politika neticesinde son dokuz yıl içerisinde Doğu Türkistan'da
doğum oranları %19 oranında azalmıştır. Bu şekilde hayatını kaybeden
yüzlerce Doğu Türkistanlı Müslüman kadından ikisinin hikayesini Doğu
Türkistan halkının merhum lideri İsa Yusuf Alptekin'in oğlu Arslan Alptekin
şöyle anlatmaktadır:
6 Mayıs 1986 tarihinde Turahan Ayşem isimli 29 yaşındaki bir kadın
kendisine yapılan kürtaj sonrası kan kaybından ölmüştür. Ağustos 1997
tarihinde Doğu Türkistan'ın Toksu ilçesinde Çolpanhan isimli bir kadın
hamile olduğu için kürtaja zorlanmış, ayrıca kocası da 3.000 yuan para
cezasına çarptırılmıştır... Zorla evden alınan kadın, bir fırsatını bularak
sağlık merkezinden kaçmış ve bir mezarlığa sığınarak kendi başına doğum
yapmıştır. Daha sonra başka bir şahıs tarafından alınarak evine getirilen
Çolpanhan, bir ihbar üzerine tekrar yakalanmış ve götürüldüğü polis
merkezinde bebeği sıcak suya batırılmak suretiyle katledilmiş, bu acıya
dayanamayan anne de ölmüştür.
Doğu Türkistan'dan ismini vermek istemeyen bir yetkili ise, 200 bin nüfuslu
bir kasabada 35 bin hamile kadının hükümet kontrolüne tabi tutulduğunu,
bunların 686'sının kürtaj yaptırmaya mecbur bırakıldığını, 993'ünün
hamileliklerine engel olunduğunu, 10.708'inin de kısırlaştırıldığını dile
getirmektedir. Yine aynı yetkilinin bildirdiğine göre, 180 bin nüfuslu bir
başka kasabada, sadece 1.000 kadına doğum yapması için izin verilmiştir. Bu
da 35 kadında bir kadının doğum yapabilmesi anlamına gelmektedir. Aynı
kasabada 40 kişi ise, eşi hamile olduğu için işten atılmıştır.56
Yukarıda anlatılan vahşi nüfus planlamasının benzerleri, tarihte kendi
ideolojilerini hakim kılmak, iktidarlarını sağlamlaştırmak için pek çok
diktatör ve zalim yönetici tarafından uygulanmıştır. Bu zalimlerden biri
de, kendi batıl dinini tanımayan ve Allah'a iman eden halkına yaptığı
işkencelerle tarihe geçmiş olan Firavun'dur. Firavun da tıpkı Kızıl Çin'in
inkarcı liderleri gibi, iman edenlerin sayısının artmasını ve onlar
üzerindeki hakimiyetinin zayıflamasını engellemek için, bu insanları güçten
düşürüp, zayıf bırakmış ve çocuklarını katletmiştir. Bu durum Kuran'da şu
şekilde belirtilir:
Gerçek şu ki; Firavun yeryüzünde (Mısır'da) büyüklenmiş ve oranın halkını
birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü. Onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor,
erkek çocuklarını boğazlayıp kadınları diri bırakıyordu. Çünkü o,
bozgunculardandı. (Kasas Suresi, 4)
Ancak Allah, Firavun'u yaptığı azgınlıklar neticesinde cezalandırmış; onu,
tüm insanlığa ibret olacak şekilde öldürmüş ve hüsrana uğrayanlardan
kılmıştır. Kuşkusuz Firavun zihniyeti taşıyan ve bu zalimlikten vazgeçip
tevbe etmeyenlerin uğrayacağı son da tarihteki benzerleriyle aynı
olacaktır.
DOĞU TÜRKİSTAN'A ÇİNLİ GÖÇÜ
Kızıl Çin'in Doğu Türkistan'da uyguladığı asimilasyon politikalarından
birisi de sistemli olarak bölgeye düzenlenen Çinli göçüdür. Aslında bu
uygulama bir anlamda Çin'in Doğu Türkistan için yaptığı büyük planın
tamamlayıcısı niteliğindedir. Bir yandan Doğu Türkistan Müslümanları
tutuklanarak, öldürülerek, çalışma kamplarına gönderilerek topraklarını
terk etmeye zorlanmakta, bir yandan da bölgeye Çinli nüfusun göç etmesi
sağlanarak, Doğu Türkistan Müslümanları tamamen etkisiz hale getirilmeye
çalışılmaktadır. Bu şekilde Doğu Türkistan'ın çoğunluğunu teşkil eden Türk
nüfus, sistemli olarak azalacak ve kendi topraklarında hak iddia edemeyecek
hale gelecektir.
Mao Çin'de yönetimi ele geçirdiğinde Doğu Türkistan nüfusunun %93'ünü Uygur
Türkleri oluşturmaktaydı ve Çinlilerin oranı %6-7 civarında idi. Aradan
geçen elli yıl içerisinde Çinli nüfusun oranı %42'ye ulaştı. 50 yıl önce
sayıları 300 bini bulmayan Çinlilerin nüfusunun günümüzde 6 milyondan fazla
olduğu tahmin edilmektedir. Bunun için 1950'lerden itibaren Doğu
Türkistan'a Çinli göçünü resmi olarak destekleyen tarımda kalkınma,
göçmenlerin korunması gibi politikalar izlendi. 1980'lerin başında ise,
bölgede etnik kaynaklı gerginliklerin artması ile birlikte, Çinli göçünü
destekleyen resmi uygulamalarda bir azalma oldu. Ancak bu, Çin'in, bölgeyi
bir Çin eyaleti haline getirme isteğinden vazgeçtiği anlamına gelmiyordu.
Bu sefer de, Çin ekonomisine hizmet etmek üzere Doğu Türkistan'da kurulan
fabrikalara yerleştirilen kalifiye elemanlar sayesinde bölgedeki Çinli
nüfusun sayısı artırıldı.
Çin'in Müslüman Türk kimliğini eritme politikası, bölgeye yerleşen
Çinlilerin yanında Müslümanları kendi vatanlarında ikinci sınıf insan
durumuna düşürmüştür. Bölgeye akın akın getirilen Çinli göçmenler ülkenin
en verimli topraklarına yerleştirilirken, yerli halk kurak bölgelere göç
etmeye zorlanmıştır. Çinliler her türlü siyasi, ekonomik, teknolojik ve
sosyal imkandan sonuna kadar faydalanırken, Müslüman Türk nüfus gittikçe
fakirleşmiştir. Doğu Türkistan'a getirilen Çinliler ile Müslüman yerli
halkın yaşam standartları arasındaki fark, Arslan Alptekin tarafından şöyle
dile getirilmektedir:
Türkler en ağır işlerde karın tokluğuna çalıştırılırken, Çinli göçmenlere
özel siyasi ve ekonomik imtiyazlar verilmektedir. Müslüman halk kırsal
kesimlerde ve kenar mahallelerde alt yapıdan yoksun harabe evlerde
otururlarken, Çinli göçmenlere alt yapısı tamamlanmış modern yerleşim
bölgeleri inşa edilmektedir. Sosyal yapıdaki dengesizlik her bakımdan Türk
halkının aleyhine gelişmektedir.
Çin'in Doğu Türkistan'daki nüfusunu artırma çalışmaları 90'lı yıllardan
itibaren daha da hız kazanmıştır. Kızıl Çin hükümeti bu artışı makul bir
zemine oturtabilmek için çeşitli ekonomik yatırımları öne sürmekte, çoğu
zaman da sırf bunun için özel projeler geliştirilmektedir. Örneğin Hong
Kong'ta yayınlanan Trend isimli dergi Ekim 1992 sayısında, Çin Devletinin
2000 yılı içerisinde Doğu Türkistan'a 5 milyon Çinli yerleştirmeyi
planladığını gösteren bir gizli belge yayınlamıştır. Üstelik bu rakama Doğu
Türkistan'da sürekli olarak tutulan Halkın Kurtuluş Ordusu'nun personeli,
kalifiye Çin işçileri ve bölgeye özel olarak gönderilen kriminal Çinliler
dahil değildir.
DOĞU TÜRKİSTAN'DA BİNTUAN'IN ROLÜ
Komünizmin iktidara gelişinin ardından Mao'nun başlattığı Büyük Atılım'ın
en önemli parçalarından birisi de Doğu Türkistan gibi etnik farklılıkların
olduğu bölgelere yapılan yatırımlardı. Bu atılım çerçevesinde, sözde Doğu
Türkistan'ı geliştirmek ve ilerletmek için Bintuan adı ile bilinen Sincan
Üretim ve İnşaat Ordusu (XPCC) kuruldu. Bu ordunun sözde sivil bireyleri,
Çin'in geri kalmış bu bölgesini kalkındıracaklardı. Bunun için ülkenin dört
bir yanından Çinliler bu bölgeye getirildi ve kurulan çalışma kamplarında
çalışmaya başladılar.
Çin yönetimine başkaldıran Müslümanların bastırılması için kurulan askeri
birliklerin işi azaldığında, tarımsal kalkınma projelerine destek vermeleri
için oluşturulan birlik 1975 yılında feshedildi. 1981 yılında Bintuan, "10.
Üretim Birimi" gibi garip bir isimle tekrar oluşturuldu ve bugün de aktif
olarak işlemektedir. Bu birim bir milyonu işçi olmak üzere 2.28 milyon
kişiden oluşmaktadır. Bintuan'ın farklı sorumlulukları vardır.
Müslümanların bağımsızlık hareketlerinin en acımasız şekillerde
bastırılması, "laogai" olarak anılan toplama kamplarının idare edilmesi,
yüz binlerce Çinli suçlunun yeni yerleşim yerleri olan Doğu Türkistan'a
getirilmelerinin organize edilmesi bunlardan bazılarıdır.
Pek çok akademisyenin de belirttiği gibi Bintuan'ın asıl amacı Doğu
Türkistan'ı sömürgeleştirebilmektir. Örneğin James Seymour New Ghosts Old
Ghosts- Prisons and Labor Reform Camps in China (Eski Hayaletler Yeni
Hayaletler-Çin'de Hapsihaneler ve İşçi Reform Kampları) adlı kitabında,
Bintuan hakkında çok detaylı bilgi verir; Bintuan'ın hapishaneler ve
çalışma kampları ile kurmuş olduğu ağı deşifre eder. Bintuan, Doğu
Türkistan'ın kuzeyi ile güneyini birbirinden ayıracak bir hat üzerine
kurulmuştur. Milyonlarca hektarlık bir arazi üzerinde hak sahibidir ve
nüfusunun büyük çoğunluğunu Çinliler oluşturur. Uygur Özerk Yönetiminden
bağımsızdır ve kendi güvenlik kuvveti, mahkemeleri, tarımsal ve endüstriyel
yatırımları vardır. Ve elbette tüm bunların yanı sıra geniş bir alanı
kapsayan çalışma kampları ve hapishaneler de Bintuan'ın denetimindedir.
İşin daha da ilginç olan yönü, Kızıl Çin'in her türlü insan hakkına karşı
olan bu sözde üretim birliklerinin, yakın geçmişte, Dünya Bankası
tarafından da finanse edilmiş olmasıdır. Bunun için Çin, Atılım Projesi
adını verdiği bazı programlar belirlemiş ve bu programları Dünya
Bankası'nın da desteklemesini sağlamıştı. Buna göre, sözde Doğu Türkistan
bölgesinin ilerlemesini ve gelişmesini sağlamak amacı ile çeşitli çalışma
sahaları oluşturulacak ve bu alanlar sayesinde bir yandan bölgenin ekonomik
olarak kalkınması sağlanacak bir yandan da yerli halka iş imkanları
oluşturulacaktı. Ancak projenin hayata geçirilişi kağıt üzerinde
belirlendiği gibi olmadı. Çünkü bu iş alanları, başta Müslümanlar olmak
üzere Çin'in suçluları cezalandırmak için kurduğu zorunlu çalışma
kamplarıydı. Elde edilen gelir de bölgenin değil, Çin'in ekonomisine
katkıda bulunuyordu. İşte Dünya Bankası'nın bizzat destek verdiği Atılım
Projesi'nin asıl yüzü buydu. Dr. Paul George 1998 tarihli bir raporda bu
durumu Harry Wu'nun nasıl açıkladığını şöyle vurgulamıştı:
XPCC konusunda Dünya Bankası 1996'da büyük bir tartışmanın içine girmek
durumunda kaldı. Çin'in ünlü muhalif isimlerinden Harry Wu, Birleşik
Devletler Dış İlişkiler Komitesi önünde verdiği ifadesinde, organizasyonun
(XPCC) Doğu Türkistan'da Dünya Bankası desteği ile yürütülen atılım projesi
kapsamında 14 zorunlu çalışma kampını idare ettiğini söyledi. Dünya Bankası
fonunun Uygur halkına yardım için kullanılması gerekiyordu, ancak iki Uygur
kökenli XPCC yöneticisinin de onayladığı gibi bu fon, Çin'in bölge
üzerindeki denetimini güçlendirmek ve muhalif kişilere karşı daha sert
tedbirler alabilmek için kullanılmıştı.
Yetkililer ilerleyen yıllarda, Bintuan'ın topraklarının üç kat daha
genişleyeceğini tahmin etmektedir. Çünkü Doğu Türkistan toprakları içinde
yavaş yavaş bağımsız bir Çin eyaleti oluşturulmaktadır. Ayrıca Bintuan Çin
tarafından her zaman için Doğu Türkistan'da düzeni sağlayan temel
unsurlardan biri olarak görülmüştür. Bunun en önemli örneklerinden biri,
1997 yılında Gulja'da çıkan ayaklanma sonrasında Bintuan'ın 4. Birliği'nin
bölgeye konuşlandırılması ve Müslümanları yakalayıp tutuklaması için
kullanılması olmuştur. Bintuan bugün de hala Müslümanlara karşı olan
sindirme görevini titizlikle devam ettirmektedir.
Kızıl Çin hükümeti adam öldürmekten, tecavüzden, hırsızlıktan yargılanmış
ve hüküm giymiş yüz binlerce kişiyi Bintuan denetimindeki çalışma
kamplarında cezalarını çekmeleri için Doğu Türkistan'a göndermekte, ancak
cezasını çeken kişilerin tekrar Çin'e dönmesine izin verilmemektedir. Bu
kişilerin pek çoğu Müslümanların zorla çıkarıldıkları topraklara
yerleştirilerek burada çalıştırılmaktadır. "Reforma uğramış çiftçiler"
olarak adlandırılan bu kişilerin daha sonra ailelerini de yanlarına
almalarına müsaade edilmekte ve bu şekilde tamamen Doğu Türkistan'a
yerleşmeleri sağlanmaktadır.
Söz konusu reforma uğramış çiftçilerin sayısının artması ile birlikte Doğu
Türkistan'da suç oranları da yükselmiş, özellikle Müslüman Türk halka karşı
uygulanan hırsızlık, adam öldürme, tecavüz ve çocuk kaçırma olaylarının
sayısında artış olmuştur. Kaçırılan Müslüman çocukların ise çoğu zaman izi
bulunamamaktadır. Müslüman halk, çocuklarının ya Çin'e götürülüp orada
satıldıklarından ya da öldürülüp organ ticaretinde kullanıldıklarından
endişe etmektedir. Ne var ki çoğunluğunu Çinlilerin oluşturduğu polis
teşkilatı Müslümanların şikayetlerini ciddiye almamakta ve onları korumak
için hiçbir girişimde bulunmamaktadır.
Kitap boyunca detaylı olarak tarif edilenler, Darwinist-komünist zulmün
çarpıcı örnekleridir. Kadınların zorla kürtaj yapılmaları, insanlık dışı
uygulamalara maruz bırakılmaları, kundaklarındaki çocukların "nüfus
planlaması" adı altında vahşice öldürülmeleri, insanların üzerlerinde aynı
bir kobay gibi nükleer denemelerin yapılması "insanı bir hayvan gibi gören"
Darwinist düşüncenin çarpıcı bir sonucudur. Bu zulüm, yaşamı çıkarlar için
bir mücadele alanı olarak tanıtan Darwinist telkinlerin bir komünist
devletteki uygulanış şeklidir. Ve son bulması da ancak söz konusu karanlık
ideolojinin yeryüzünden silinmesiyle mümkün olacaktır.
ÇİN'E İSRAİL MODELİ
Çin'in Doğu Türkistan'a 5 milyon Çinli daha yerleştirebilmek için
hazırladığı projelerden birine International Herald Tribune gazetesinde yer
verilmiştir. Gazetede yayınlanan haberde, Çin'in bu projesinden
bahsedilirken, en az proje kadar ilginç bir noktaya temas edilmiş ve Çin'in
uygulamaları ile İsrail'in uygulamaları arasındaki benzerliğe dikkat
çekilmiştir. Bu projeye göre Çin asıllıların azınlıkta bulunduğu Çin'in
batı bölgesine (yani Doğu Türkistan'a), 14 milyar dolarlık bir yatırım
yapılacak ve bu sayede hem tarımsal olarak hem de yeraltı zenginlikleri
kullanılarak bölgenin imkanlarının tam kapasite olarak Çin ekonomisi
tarafından kullanılması sağlanacaktı.
Aslında bu proje bölgeye Çinli göçü sağlayabilmek için zekice hazırlanmış
bir kılıftı. Çünkü tüm yaptırımlara ve göç edenlere sağlanan kolaylıklara
rağmen bölgedeki Çinlilerin sayısında azalma olmuştu. Bunun üzerine Çin
hükümeti bölgede, tıpkı İsrail'in Filistin topraklarında yaptığı gibi,
Çinli yerleşim birimleri inşa etmeye başladı. Çin'in diğer bölgelerinde
açlık ve fakirlikle mücadele eden Çinlilere göç etmeyi daha cazip hale
getirebilmek için de çeşitli ekonomik yatırımlar planlandı. Böylece
bölgeden geriye dönen göçün engellenmesi ve nüfus dengesinin Çin lehine
çevrilmesi hedeflenmekteydi.
Görüldüğü gibi yapılan plan, İsrail tarzı bir sömürgeciliğin izlerini
taşımaktadır. Anlaşılan İsrail, Çin'e sadece silah satarak ve istihbarat
desteğinde bulunarak yardım etmekle kalmamakta, kendisinin yarım asırdır
Filistinli Müslümanlara uyguladığı baskı ve şiddet yöntemlerini (başarıya
ulaştığını düşündüğü için olsa gerek) Kızıl Çin'e de tavsiye etmektedir.
Kızıl Çin de tıpkı İsrail gibi, kendisine ait olmayan bir toprağı işgal
etmiştir ve tıpkı İsrail'in Filistin topraklarında tüm dünyaya rağmen
sürekli yeni Yahudi yerleşim birimleri inşa etmesi gibi, kendi
vatandaşlarını buraya yerleştirerek bu topraklardan Müslümanların izlerini
tamamen silmeyi hedeflemektedir.
İngiliz Durham Üniversitesi'nde modern Çin tarihi dersleri veren, tarihçi
Michael Dillon ise China Goes West: Laudable Development? Ethnic
Provocation? (Çin Batıya Gidiyor: Takdir Edilecek Bir Gelişme mi? Etnik
Provokasyon mu?) başlıklı makalesinde, Çin'in bu politikasının ardında
gizlenen asıl amaçlara dikkat çekerek şu tespitlerine yer vermektedir:
Çin yüzyıllardır en fakir bölgesi olan batı bölgesi üzerinde oldukça
azimkar bir teoriyi hayata geçirmek üzere. Projenin görünen yönü ekonomik
bir proje olması, özellikle de fakirliğe çözüm üretmeye çalışması. Ancak Go
West (Batıya Git) projesi, dramatik bir şekilde etnik dengelerde
değişikliğe sebep olabilir ve bu yönüyle bölgede etnik çatışmaların
tırmanmasına gebedir.
Dillon'un da dile getirdiği gibi bu proje bölgede etnik çatışmaları
tırmandırmayı hedefleyen ve böylece Doğu Türkistan Müslümanlarına yönelik
baskıcı politikayı meşru bir zemine oturtmaya çalışan bir modern
sömürgecilik projesidir. Çin ekonomik kalkınma kılıfını kullanarak bir
yandan da projesini Batı sermayesi ile finanse etmeye çalışmaktadır. Bu
durum Dillon tarafından şöyle açıklanmaktadır:
Bu koşullar altında ekonomik kalkınma asla fakirliği ortadan kaldıracak
etkisiz bir araç olarak kalmayacaktır. Bu, bilinçli olarak kullanılan
siyasi bir araçtır ve Rusya, Moğolistan, Kazakistan, Kırgızistan,
Tacikistan, Afganistan, Hindistan ve Pakistan'la sınırı olan batı bölgesini
dengeye sokmak için dizayn edilmiştir. Denge Çin hükümetinin siyasi ve
askeri olarak her türlü bağımsızlık veya otonomi talebini baskı altında
tutmasını zorunlu kılmaktadır. Bu durumda Çin bir kapana sıkışmıştır.
Sürekli ayaklanmalar, çatışmalar olan bir bölgeye yabancı sermayeyi
çekemeyeceği de açıktır...
Görüldüğü gibi ekonomik kalkınma sözü, Çin'in batı sermayesini bölgeye
çekmek için kullandığı bir araçtır. Asıl amaç ise bölgeyi kendi çıkarları
doğrultusunda yönlendirebileceği bir sistemi tüm kurumlarıyla birlikte
ayakta tutmaktır. Nitekim, önceki bölümde de üzerinde durduğumuz gibi, Çin
çeşitli bahanelerle geçmişte de Batı sermayesini suistimal etmeyi başarmış
ve aldığı finansmanı Doğu Türkistan Müslümanlarını daha çok baskı altına
almak, insan haklarını en acımasız yöntemlerle ihlal etmek için
kullanmıştır. Örneğin, benzer bir kalkınma planı daha önce Kaşgar'da
uygulanmış ve Müslüman çiftçilerin zorla yerlerinden çıkarılıp, başka
yerlerde tarım yapmaya zorlanması ile neticelenmiştir. Neticede Kızıl
Çin'in Batı'nın gözünü boyayarak başlattığı her kalkınma girişimi
Müslümanların daha çok eziyet görmesi, baskının ve şiddetin daha çok
artması ve yurtlarını Çinlilere terk etmek zorunda kalmaları ile
sonuçlanmıştır. Söz konusu İsrail patentli projenin hayata geçirilmesinin
de Müslümanlar için yeni bir sıkıntı ve zorluk anlamına geleceği gayet
açıktır.
ÖZERK YÖNETİM ALDATMACASI
Bugün siyasi literatürde Doğu Türkistan, "Sincan Uygur Özerk Yönetim
Bölgesi" olarak geçmektedir. Özerk yönetim, öncelikli olarak merkezi
yönetimin talep ve emirlerini değil, bölge nüfusunun çoğunluğunu oluşturan
halkın ihtiyaç ve taleplerini göz önünde bulunduran, kısmi bağımsızlığa
sahip bir yönetim şekli olarak bilinir. Ne var ki, özerk yönetimin Doğu
Türkistan'da uygulanan şekli ile siyasi literatürde yer alan söz konusu
tarifi arasında pek bir benzerlik yoktur. Her ne kadar çeşitli yönetim
kadrolarında Uygur Türkleri yer alıyor olsa da, bu kişilerin halkın
istekleri ve ihtiyaçları doğrultusunda hareket etmeleri mümkün değildir,
çünkü Uygurlar makam sahibi olabilmekte ama asla otorite sahibi
olamamaktadır.
Doğu Türkistan halkının ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak hareket
etmeye kalkan bir yönetici, kısa süre içerisinde görevinden alınarak
cezalandırılmaktadır. Çinli bir yönetici ile Doğu Türkistanlı bir yönetici
arasında çıkan herhangi bir anlaşmazlıkta ise, cezalandırılan taraf her
zaman için Doğu Türkistanlılardır.
Özerk yönetimin idaresi, yetkiler, milliyetlerin eşitliği, azınlık hakları
gibi yasalarla korunan haklar, yine bizzat bu yasaları hazırlayan Pekin
yönetimince çiğnenmektedir. Tüm yetkiler Çinlilerin elindedir. Kukla olarak
özerk yönetim organlarında görevlendirilen etnik unsurların siyasi,
ekonomik ve askeri karar verme, denetleme yetkileri Çin Komünist Partisi
kontrolü altındadır. Alman yazar Ulrich Schmid "Pekin's Campaign to Destroy
Uigur Culture" (Pekin'in Uygur Kültürü'nü Yok Etme Kampanyası) adlı
makalesinde bu durumu şöyle dile getirmektedir:
... Diğer bir deyişle Çin'in en kuzeybatısı olan bu topraklarda gücün
gerçek yüzü, çizilen umut verici manzaradan çok daha farklı... Çin'de
gerçek güç devletin organlarında değil, Komünist Parti'nin yönetici
kadrolarının elinde olduğu için, asıl yöneticiler her zaman için
Çinliler.
Der Spiegel dergisi ise Doğu Türkistan'la ilgili hazırladığı bir haberde,
Doğu Türkistan'ın özerk yönetim değil bir Çin sömürgesi olduğunu ve Çinli
yöneticilerin, Müslüman Türk halka karşı duyarsızlıklarını şöyle
anlatır:
Çin'in Sincan'daki yönetimi her yönü ile tam bir sömürge düzeni. Çinliler
on yıllardır bu ülkede yaşıyor olmalarına rağmen, hiçbiri yerli halkın
resmi dilini konuşmuyor. Üzerinden geçimlerini kazandıkları bu ülke ile
ilgilenmiyorlar. Yerli halkın geleneklerini göz ardı ediyorlar. Kısaca
Çinli yetkililer yerli halktan nefret ediyorlar.
Doğu Türkistan'ın bir özerk yönetim değil, sömürge ülkesi olduğunun bir
diğer göstergesi de, bu yönetimin vatandaşlarının kendi toprakları içinde
seyahat etme özgürlüğüne dahi sahip olmamalarıdır. Birleşmiş Milletler Irk
Ayrımcılığının Kaldırılması Komitesi Sözleşmesi'nin 5. maddesine rağmen Çin
Hükümeti, Doğu Türkistan'da seyahat hürriyetlerine kısıtlama getirmiştir.
Doğu Türkistanlıların bir köyden başka bir köye, ilçeye, şehre göç etmeleri
yasaktır ve izne tabidir. Bilhassa kırsal kesimden şehre göç kesinlikle
yasaklanmıştır. Bu nedenledir ki, Doğu Türkistan nüfusunun yaklaşık %90'ını
kırsal nüfus oluşturmaktadır. Doğu Türkistanlı vatandaşların yurt dışı
seyahatlerine de kısıtlamalar getirilmiştir. Çoğu insanın, herhangi bir
sabıkaları olmamasına rağmen yurt dışına çıkmaları, Çin içinde başka
bölgelere seyahat etmeleri de yasaklanmıştır.
Bu baskı yöntemlerinin örneklerini daha da çoğaltmak mümkündür. Örneğin
Doğu Türkistan Müslümanlarının, bütün dünya Müslümanları için kutsal olan
hac ibadetini yerine getirmelerine de izin verilmemektedir. 1999 yılında
1.200 Uygurlu hacca gitmek amacıyla yurt dışına çıkmak üzereyken Çin polisi
tarafından pasaportlarına el konulmuş, polise itiraz eden 122 yaşlı Uygurlu
tutuklanmıştır.
DOĞU TÜRKİSTAN'A EKONOMİK BASKI
Doğu Türkistan, kitabın önceki bölümlerinde değindiğimiz tüm yer altı
zenginliklerine ve bereketli topraklarına rağmen, şu anda Çin'in en fakir
bölgelerinden biridir. Bu çelişki, Çin ekonomisinin temel hammadde
sağlayıcısının Doğu Türkistan olduğu göz önünde bulundurulduğunda biraz
daha anlaşılır bir hal almaktadır. Doğu Türkistan'ın uranyum, doğal gaz,
petrol, altın gibi madenleri Çin'e transfer edilmekte ve bu doğal
kaynakların kullanımı her yönüyle merkezi yönetimin denetimi altında
tutulmaktadır. Bu kaynakların gerçek sahibi olan Doğu Türkistan
Müslümanlarının ise "ne kadar üretim yapıldığı, kar paylarının ne olduğu"
gibi konularda bilgi edinmeleri dahi mümkün değildir.
Doğu Türkistan'ın doğal kaynaklarının Çin için ne kadar hayati bir değer
taşıdığını görmek için istatistiksel rakamlara kısaca göz atmak yeterlidir.
Örneğin 1989 yılının ilk çeyreğinde Doğu Türkistan, Çin'e 7.68 milyon varil
ham petrol, 906 ton kömür, 444 ton da işlenmemiş tuz göndermiştir. 1993
yılında ise Doğu Türkistan'da 10.4 milyon varil ham petrol çıkarılmış,
ancak karın tamamı Çin hükümetine gitmiştir. Çin, kendi ekonomisi ve
vatandaşları için Doğu Türkistan'ın kaynaklarını sömürmekte, Müslüman Türk
halkını ise fakirliğe ve açlığa mahkum etmektedir.
Ekonomik baskı, Çin'in Doğu Türkistan'da uyguladığı soykırımın çok önemli
bir parçasıdır. Bugün Doğu Türkistan halkının büyük kısmı fakirlik
içerisinde yaşamakta, %80'inden fazlası da açlık sınırının altında
hayatlarını devam ettirmeye çalışmaktadır. Bununla birlikte eğitim alanında
sistemli olarak uygulanan ayrımcı politikalar nedeniyle Müslüman Türkler,
kendilerini yetiştirip daha iyi iş imkanları bulmaktan mahrum edilmektedir.
Doğu Türkistan'da iş sahalarının hemen hepsinin Çinlilerin elinde bulunması
nedeniyle, Müslüman halk işsizlik sorunuyla mücadele etmektedir. Buna
rağmen hükümet bu bölgelerde çalışmak üzere Çin'in batısından sürekli Çinli
transferi yapmaktadır. Bu şekilde, bir yandan bölgedeki nüfus dengesi Çin
lehine bozulmaya çalışılırken, bir yandan da Doğu Türkistan ekonomisi
denetim altında tutulmaktadır. Bu konudaki rakamlar da, Çin'in baskıcı
politikasını göstermesi açısından son derece dikkat çekicidir: Urumçi'deki
endüstriyel işçilerin sadece 200 bini Uygur Türk'ü, geri kalanı ise
Çinlidir. Urumçi yakınında bulunan büyük bir tekstil fabrikasında
çalışanların sadece %10'u Türk'tür. Kaşgar yakınlarında bulunan ve 12 bin
kişi çalıştıran bir fabrikada Uygurlu işçi sayısı sadece 800'dür. Urumçi
yakınındaki bir başka fabrikada 2.100 işçi çalışmaktadır, ancak bunların
sadece 13 tanesi Türk'tür. 1986'da Poskam'da yeni bir petrol rafineri
tesisi kurulmuştur, burada çalışan 2.200 kişinin hepsi Çinli'dir.
Aynı şekilde 1989'dan itibaren, özellikle Tarım Ovası'nda petrol aramak
için gelen yeni şirketlerin sayısı hızla artmış, ne var ki bu bölgede
çalışan 20 bin işçinin neredeyse hepsi Çinli nüfus arasından seçilmiştir.
Doğu Türkistan halkına karşı uygulanan bu ayrımcı politika o derece ileri
gitmiştir ki, bölgenin tarihi, kültürü ve medeniyeti hakkında hiçbir
bilgisi olmayan Çinliler turist rehberliği görevini üstlenmeye başlamıştır.
Üstelik bu şekilde bölgeye gelen yabancılara bilgi akışı da Çin denetimi
altında gerçekleştirilmekte, bir anlamda Doğu Türkistan Müslümanlarının
seslerini dünyaya duyurmaları engellenmektedir.
Öte yandan geçimini tarımdan sağlayan Müslüman halk, Kızıl Çin'in yeni
kanunları nedeniyle daha fazla vergi ödemek zorunda bırakılmaktadır. Bazı
bölgelerde çiftçiler ürünlerini yarı fiyatına devlete satmaya mecbur
bırakılmakta, Çinli çiftçilerin ürünleri ise daha yüksek fiyattan
alınmaktadır. Bazı Müslüman çiftçilere toprakları zorla sattırılmakta ve
onlar da Doğu Türkistan'ın işsizler ve fakirler ordusuna katılmaya mahkum
edilmektedir. Tüm bunların yanı sıra sadece Doğu Türkistan Müslümanlarına
mahsus "haşer" olarak adlandırılan ücretsiz mecburi hizmet, zaten fakir
olan çiftçileri daha da zorlamaktadır. Bu adaletsiz sisteme göre Doğu
Türkistanlı her Müslüman Türk, yılın bir veya bir buçuk ayını Komünist
Parti'nin kendisine vermiş olduğu mecburi bir işi, ücret almadan yerine
getirmek zorundadır. Ama Çinliler, kanunda belirtilen müddete aykırı
olarak, başta çiftçiler olmak üzere halkı yılda 5-6 ay arasında ücret
ödemeden mecburi işlerde çalıştırmaktadırlar. Zamanlarının çoğunu kendi
memleketlerinde bir esir gibi çalışmakla geçiren Türk çiftçiler, varlık
içinde yokluk yaşamaktadırlar.
ÇİN'İN NÜKLEER DENEME SAHASI: DOĞU TÜRKİSTAN
Çin, 1961'den bu yana, pek çok uluslararası örgütün karşı çıkmasına rağmen,
çeşitli nükleer denemelerini Doğu Türkistan'ın Lop Nor bölgesinde
gerçekleştirmektedir. Bu denemeler, bölgenin doğasının tamamen tahrip
olmasına, zehirli atıkların sulara karışması nedeniyle insan hayatının
tehlikeye girmesine ve ekolojik dengenin bozulmasına neden olmaktadır.
Binlerce hayvan bu denemeler nedeniyle telef olmuş, pek çok insan hayatını
kaybetmiş ve sakat doğumların oranında büyük artış meydana gelmiştir.
Doğu Türkistan'da nükleer deneme kurbanı olanların sayısı resmi olarak
belirlenememekle birlikte, yaklaşık 210 bin kişinin radyoaktif atık
nedeniyle hayatını kaybettiği tahmin edilmektedir. Bilindiği gibi
radyoaktif atıklar aynı zamanda kansere de neden olmakta ve Doğu
Türkistan'da kansere yakalananların sayısında %10'luk bir artış olduğu
kaydedilmektedir. 1993 yılında Urumçi Halk Hastanesi kayıtlarına bakılarak
hazırlanan raporda, 1960'larda ölümcül kansere yakalanan vakaların sayısı
birkaç kişiyi geçmezken, 1970'lerde onlarca kişi ölümcül kansere
yakalanmıştır. 1998 tarihli bir hastane raporuna göre, günde ortalama 1.500
kişinin muayene edildiği bu hastanede her gün yaklaşık 70 kişinin kansere
yakalandığı belirlenmiştir. İşin daha da kötü yanı, kanserin ve radyoaktif
atıklara bağlı diğer hastalıkların oldukça yaygın olduğu bu bölgeye
herhangi bir ilaç yardımı yapılmayışıdır.
Aslında Mao ve onun takipçileri, yaptıkları bu zulümlerle tarih boyunca
süregelen inkarcı tavrın bir örneğini sergilemişlerdir. Bu açıdan Mao'nun
uygulamaları, iman ettikleri için sahabeleri yurtlarından süren Mekkeli
müşriklerle, içinde yaşadığı toplumun putlarını reddettiği için Hz.
İbrahim'i ateşe atan Nemrud'la, kendisini ilah olarak kabul etmeyip Hz.
Musa'ya uydukları için İsrailoğulları'nın çocuklarını katleden Firavun'la
büyük benzerlikler göstermektedir.
Tüm bu inkarcı despotların ortak özelliği, kendilerine en büyük düşman
olarak hak dini ve bu dini yaşayanları görmeleridir. Ve bu düşmanlıkları
büyük bir öfke ve kine dönüşmekte, akıl almaz işkencelerle ve zulümlerle
inananları imanlarından döndürmeye çalışmaktadırlar.
KOMÜNİST PARTİ’NİN ZULÜM POLİTİKASI
Çin'deki komünizm ana hatları ile iki döneme ayrılabilir: Mao dönemi ve
Deng dönemi. Mao ve Deng'in uygulamalarında ve düşüncelerinde ayrıldıkları
bazı noktalar bulmak mümkündür. Ancak geniş bir perspektiften bakıldığında
iki dönem önemli benzerlikler taşır. Bu değerlendirmenin temel kıstasını
ise insan hakları ve demokrasi oluşturmaktadır. Her iki dönem boyunca da
ülke Komünist Parti'nin mutlak kontrolü altında tutulmuştur. Ve günümüz
yöneticileri de Çin halkını aynı baskıcı rejim altında ezmeye devam
etmektedirler.
Mao dönemi 1949'dan 1977'ye kadar uzanır. Bu dönem, milyonlarca insanın
açlıktan öldüğü, milyonlarcasının katledildiği, hayatın her alanında katı
bir disiplinin hakim olduğu, bireysel hiçbir özgürlüğe izin verilmediği,
kitlelerin şiddetle ve baskıyla terbiye edildiği bir dönemdir. Ancak
kuponla yiyecek alınabildiği, sadece tek tip kıyafete izin verildiği,
halkın yalnız devletin belirlediği fabrikalarda ve tarlalarda çalışabildiği
bu dönemde kimin kimle evleneceğine, nerede oturacağına, kaç çocuk sahibi
olacağına da hep Komünist Parti karar vermekteydi.
Günümüzde ise belki artık kuponla yiyecek alınmamakta, isteyen istediği
kıyafeti giyebilmekte, en azından komşu şehirlerde işe girebilmektedir.
Ancak ekonomik ağırlıklı olan bu değişiklikler, Parti'nin siyasi
zihniyetinde herhangi bir değişikliğe neden olmamıştır. Bu da Çin halkının
ancak Komünist Parti'nin koyduğu sınırlar içinde özgür olduğu anlamına
gelmektedir. Nitekim son dönemde yaşanan ekonomik değişiklikler de, Mao'nun
uygulamaları neticesinde iflas eden Çin ekonomisini düzeltebilmek için
Komünist Parti'nin zorunlu olarak özel yatırıma izin vermesi ile
başlamıştır. Ayrıca bu yenilenme ve gelişme kırsal bölgelere yansımamış,
kırsal bölgelerdeki yoksulluk oranı gün geçtikçe artmıştır. Bunun yanı
sıra, kitabın önceki bölümlerinde detaylı olarak ele aldığımız idamlar,
çalışma kampları, mahkumların organlarının satılması, zorunlu aile
planlaması gibi uygulamalar da ısrarla sürdürülmektedir. 1989'da yaşanan
ünlü Tiananmen katliamından sonra Devlet Başkanı Jiang Zemin'in, "ekonomik
reformların devam edeceğini, ama kimsenin demokratikleşme rüyası görmemesi
gerektiğini" açıklaması, Parti siyasetini özetlemesi açısından oldukça
önemlidir.
New York Times gazetesinde yer alan bir makalede ise, Çin'in demokrasi
anlayışı şu şekilde tarif edilir:
Adalet Bakanlığı 2.000'den fazla siyasi tutuklu olduğunu kabul ediyor,
üstelik bu, bu rakamın son yıllarda azalmış hali. Ayrıca sayısı bilinmeyen
binlerce siyasi ve dini tutuklu da işçi kamplarını ve akıl hastanelerini
doldurmuş durumda. Gerçek bir polis devleti olan Çin'de, 1979'da Wei
Jingsheng ve Xu Wenli reform için Demokrasi Duvarını oluşturduklarından
beri çok az şey değişti. Wei hapishaneye konuldu ve halen hapiste, Xu ise
siyasi bir münzevi.
Görüldüğü gibi Çin Hükümeti, herkesin, düşüncesini belirtmekte özgür
olduğunu iddia etse bile, Çin vatandaşlarının, rejimi, üst düzey parti
yöneticilerini ve bu kişilerin uygulamalarını eleştirmeleri, bu
eleştirilerini yazılı hale getirip yayınlamaları yasaktır. Parti'nin, kendi
görüşleri dışında kalan görüşler üzerinde katı bir denetimi vardır. Devlet
güvenliği kavramı çarpıtılmakta ve en ufak bir eleştiri devlet güvenliği
kapsamına sokularak kişiler cezalandırılmaktadır. Böyle bir girişimde
bulunanlar gözaltına alınıp tutuklanmakta ve aylarca mahkemeye
çıkarılmadan, nerede tutulduğu en yakınlarına dahi haber verilmeden
alıkonulmaktadır.
TİANANMEN KATLİAMI
4 Haziran 1989 tarihi, komünist Çin'in vahşetine tüm dünyanın bir kez daha
tanık olduğu bir gün oldu. Pekin'in ünlü Tiananmen Meydanı'nda daha fazla
demokrasi ve daha fazla özgürlük için gösteriler yapan üniversite
öğrencileri karşılarında kendi devletlerinin ordusunu buldular. Çin
yönetimi, karşısındakilerin henüz 19-20 yaşlarındaki kendi vatandaşları
olmasını önemsemiyordu. Komünist Çin'e göre önemli olan rejimin tehlike
altında olması ihtimali idi ve politbüro bu üniversite gençlerinin rejimi
tehdit ettiği kanaatine varmıştı. İşte bu kanaat binlerce insanın
katledilmesine, binlercesinin yaralanmasına, on binlercesinin tutuklanıp
işkence görmesine neden oldu.
4 Haziran 1989 günü Halkın Ordusu, Tiananmen'de gösteri yapan öğrencilerin
üzerine yürüdü ve Çin Kızıl Haçı'nın verdiği rakamlara göre 2.600 kişiyi
öldürdü (Çin Kızıl Haçı'nın verdiği rakamlara, Çin ordusu tarafından
gizlice gömülenler veya akıbetleri hiçbir zaman öğrenilemeyen kişiler dahil
değildi). Başka kaynaklar ise ölü sayısının 7 bin ile 20 bin arasında
değiştiğini tahmin etmekteydiler. Olaylar sırasında 7 binden fazla kişi
yaralandı. 40 bin kişi tutuklandı (daha sonra bunların bir çoğu da halkın
gözü önünde idam edildi). Ve böylece komünist Çin, kendisine muhalif
olanları etkisiz hale getirmekte ne kadar "başarılı" olduğunu bir kez daha
tüm dünyaya göstermiş oldu.
Tiananmen, 1919'da da Çin halkının Batılı sömürgeci devletlere karşı
başlattığı geniş katılımlı demokrasi hareketinin en önemli merkezi olmuştu.
Dolayısıyla bu tarz gösteriler için sembolik bir anlam taşıyordu. Pek çok
devlet binasının bu meydanın etrafında bulunuyor olması da, zaman zaman
yapılan gösterilerde hep burasının tercih edilmesine neden oluyordu.
1989'daki gösteriler ise Pekin'deki üniversite öğrencilerinin, reformist
görüşleri ile tanınan ve gösterilerden kısa bir süre önce ölen Parti eski
Genel Sekreteri Hu Yaobang'ı anmak istemeleri ile başladı. Aslında
öğrencilerin taleplerine hep sıcak yaklaşan Hu Yaobang'ın ölümünden sonra,
üniversitelerde Yaobang'ı anma toplantıları yapmak bir tür gelenek haline
gelmişti. Ve bu toplantılar bir müddet sonra daha çok demokrasi,
üniversitelere bağımsızlık, daha çok iş imkanı ve basın özgürlüğü isteyen
toplantılara dönüşmüştü.
Ancak bu seferki anma töreni hepsinden farklıydı. Hu Yaobang'ın ölüm tarihi
olan 22 Nisan'da yüz binlerce öğrenci meydanı doldurdu ve taleplerini
hükümete sunmak istediler. Öğrencilerin bu hareketi ve talepleri göz ardı
edildi. Bunun üzerine öğrenciler Pekin Üniversitesi Otonom Federasyonu'nu
kurduklarını açıkladılar. Kısa sürede harekete, işçilerden de destek geldi
ve Pekin İşçileri Otonom Federasyonu da harekete katıldı. Bu durum
politbüroyu fazlası ile rahatsız etmişti. Çünkü hareket gittikçe basit bir
öğrenci hareketi olmaktan çıkıyor, her kesimden insanın katıldığı, komünist
rejimi tehdit eden bir harekete dönüşüyordu. Politbüro dikta rejimini
kaybetmek korkusuna kapılmıştı. 26 Nisan günü hükümet tüm gösterileri
yasakladığını açıkladı. Hükümetin resmi yayın organı olan People's Daily
gazetesinin, "Ayrılıkçıklara Karşı Gereken Önlemlerin Alınması Şarttır"
şeklindeki manşeti, politbüronun gösteriler karşısında taviz vermeyeceğini
gösteriyordu. Haberde yer alan, "öğrencilerin komplocuların oyununa
geldiği" şeklindeki yorumlar, öğrenciler arasında tansiyonun yükselmesine
neden olmuştu. Haberden bir gün sonra, 27 Nisan günü onlarca farklı
kampüsten 100 bine yakın öğrenci meydanda toplandı ve hükümet, taleplerini
kabul edinceye kadar meydandan ayrılmayacaklarını açıkladılar.
[tarihinde düzeltildi 9/7/2009 Saat 06:56 Yazar Tukenmez]
|
|
Junior Member Cevaplar: 13 kayıt olmuş: 18/3/2009 Durum: ÇevrimdışıCinsiyet:
|
|
Yazılış Tarihi: 9/7/2009 Saat 06:29 |
|
|
4 Mayıs'ta öğrenciler Tiananmen Meydanı'nda okudukları bir bildirge ile,
hükümeti yolsuzluklarla mücadele etmeye, anayasal hakların korunmasını
garanti altına almaya, siyasi ve ekonomik reformlara hız vermeye, yeni bir
basın kanunu çıkararak özel gazetelerin çıkarılmasına izin vermeye davet
ettiler. Ülkenin dört bir yanından öğrenciler Pekinli arkadaşlarına destek
vermek için Pekin'e hareket etmiş, Pekin halkı meydanın etrafına toplanıp
büyük bir set oluşturmuş, ülkenin çeşitli kesimlerinden işçiler ise
öğrencilere destek verdiklerini açıklamışlardı. Ancak Çin Hükümeti
öğrencilerin taleplerini kabul etmenin, rejimde bir çözülme başlatacağını
düşünüyorlardı. Öğrencilere tanınacak herhangi bir hakkın diğer kesimlere
de tanınması gerekecekti. Bu da insanları birer üretim aracı olarak
değerlendiren ve onların hak sahibi olmalarını değil sadece
çalıştırılmaları gerektiğini düşünen komünist rejim için ciddi bir
tehlikeydi.
Öğrencilerin 13 Mayıs'ta başlattıkları açlık grevi, aydınlardan ve öğretim
görevlilerinden destek gördü, onlar da greve katıldılar. Birkaç hafta
içerisinde açlık grevi milyonlarca insanın desteğini almıştı. Meydanda
gösteri yapanların sayısı ise yarım milyonu geçmişti. Bu, komünist Çin
tarihinin en büyük gösterilerinden birisiydi. Öğrenciler ile hükümet
arasında diyalog kurmaya çalışan ve ılımlı siyaseti ile tanınan Zhao Ziyang
bir müddet sonra, Deng Xiaoping'in tavizsiz tutumu karşısında görevinden
ayrılmak zorunda kaldı. Zhao'yu görevinden ayrılmak zorunda bırakan konu
ise, Xiaoping'in ve yaşlı politbüro üyelerinin neredeyse tamamının savaş
hali ilan edilmesi ve öğrenci hareketinin şiddet kullanılarak bastırılması
gerektiği yönündeki düşünceleri idi. Bu düşünce, Kültür Devrimi günlerinde
yaşanan vahşetten beri Çin'in en çok kana bulandığı operasyonlardan birinin
gerçekleşmesine neden olacaktı.
Savaş hali ilan edilmesinin arefesinde Pekin'e pek çok öğrenci akın
etmişti.
Demiryolu Bakanlığının verilerine göre, 16 Mayıs ve 19 Mayıs'ta Pekin'e
yalnız trenle giriş yapan öğrenci sayısı yaklaşık 57 bin idi. Çoğunluğunu
Pekin dışından gelen öğrencilerin oluşturduğu kalabalık, 319 ayrı okulun
öğrencilerini temsil ediyordu.76 Meydandaki kalabalığın artması hükümetin
üzerindeki tedirginliği de artırmaktaydı. Savaş halinin ilan edilmesi ile
birlikte, Haziran ayı başında 22 ayrı bölükten toplam 40 bin asker Pekin'e
doğru yola koyuldular. Ancak büyük kısmı Pekin halkı tarafından şehrin
girişlerinde durduruldu.
Ne var ki halkın bu direnişi uzun sürmedi. 3 Haziran sabahı askerler
meydanı kuşatmaya başladılar. Öğleden sonra çatışmalar başladı, akşam
olduğunda ise ordu birlikleri barikatları aşmıştı. Sadece öğrenciler değil
pek çok Pekinli de çatışmalar sırasında hayatını kaybetti. Çünkü Çin ordusu
insanlar üzerine rastgele ateş açıyor, tanklar önlerine geçen herşeyi ezip
geçiyordu, hatta masum insanları bile. 4 Haziran sabahı Tiananmen'e gelen
bütün yollar kesilmişti, bir iki gün daha süren çatışmalar 9 Haziran günü
ardında binlerce ölü bırakarak sona erdi.
Temizlik operasyonu meydandaki kalabalığın dağıtılması ile bitmiyordu.
Aydınlar, işçiler, politikacılar, öğrenciler ve Pekin vatandaşları arasında
on binlerce insan tutuklandı. Ilımlı bir çizgi izleyen politbüro üyeleri
ise Partiden ihraç edilip, hapse atıldılar.
KATLİAM SONRASI MANZARALAR1989 yılında yaşanan Tiananmen Katliamı
komünizmin vahşi yüzünü unutanlar için ibret verici bir hatırlatma oldu.
Komünist ideolojinin kendi iktidarını korumak uğruna ne derece vahşi,
acımasız ve gaddar olabileceğine tüm dünya bir kez daha tanıklık etti.
Asiaweek dergisi, katliam emrini veren Çin yöneticilerini, "Paranoya, akıl
dışı, kana susamış gibi kelimeler bile Pekin liderlerini tarif etmekte
yetersiz kalıyor" sözleri ile tanımlıyordu. Katliama bizzat tanıklık
edenler ise manzarayı şöyle anlatıyorlardı:
... Bir emirle askerler silahlarını kaldırdılar ve halkın ve öğrencilerin
üzerine doğru ateş etmeye başladılar. Vurulanlar yere düşüyordu. Ateşe ara
verilince, diğerleri yaralananların yardımına koşuyordu. Xidan yakınında
bulunan klinik adeta bir kan gölüne dönmüştü. Silahlı araçlar, barikatların
üzerinden geçiyor etraftaki araba ve otobüsleri eziyordu. Silahları olmayan
halkın ise sadece tuğlaları vardı... Tuğlalarına kurşunla karşılık
alıyorlardı... İnsanlar oraya buraya koşuşuyor, hayatlarını kurtarmaya
çalışıyorlardı. Askerler de peşlerinden gidiyor ve silahlar susmak
bilmiyordu. Bahçelerine ve çalılıklara saklanmış Pekinli insanlar bile
bulundukları yerlerden çıkarılıyor ve askerler tarafından öldürülüyordu.
Katliamın detaylarını ve komünist Çin ordusunun acımasızlığını anlatan
bunun gibi daha binlerce görgü tanığının ifadesi vardır. Bu katliamda
hayatlarını kaybedenlerin yakınlarının ifadeleri de vahşeti dile getiren
diğer deliller arasındadır. Bunlardan birisi de, katliamın 10. yıl dönümde
katledilenlerin yakınlarının kurmuş olduğu "4 Haziran Kurbanları Derneği"
adlı organizasyonun, 105 kişinin ifadesini biraraya getirerek yayınladığı
rapordur. Raporda yer alan ifadelerin birkaçı şöyledir:
Sırtından vurulmuştu, omuzlarında, kolunda, dirseğinde kurşun yaraları
vardı. Göbek deliğinin altında 7-8 cm genişliğinde bir süngü deliği izi
görünüyordu. Vücuduna pek çok kurşun isabet etmiş olmasına rağmen hemen
ölmediği, süngü darbesi ile öldürüldüğü anlaşılıyordu. Avuçlarında da süngü
yaraları vardı. Süngüyü çıkarmaya çalışmıştı. Vücudunu gördüğümüzde,
bedeninin üst kısmı tamamen kan ile kaplıydı. Berbat bir manzaraydı. (20
yaşında bir öğrenci olan Wu Guofeng'in ailesinin ifadesinden)
(Oğlumu bulabilmek için) Hastane hastane dolaştık. Her hastanenin girişinde
ölülerin ve yaralıların isimlerinin yazılı olduğu uzun bir liste vardı, her
liste ortalama 400 isimden oluşuyordu. Listenin başında yakınlarının izini
bulmaya çalışan insanlar toplanmıştı. Oğlumuzun ismini bulmak için pek çok
listeye baktık, kimliği tespit edilememiş cesetleri inceledik. Çok
korkunçtu, kan içinde kalmış bedenlerin, gözlerindeki dehşet ifadesi donup
kalmıştı. (Boynundan aldığı bir kurşunla hayatını kaybetmiş olan Wu
Xiangdong'un ailesinin ifadesinden)
Seher vaktinden sonra birlikler cesetleri, öldükleri yer olan Chang'an
Boulevard'a gömdüler. Bir kısım cesetler de 28. Lisenin batı tarafındaki
çimenliğe gömüldü. 7 Haziran günü bastıran sağnak yağmurun ardından,
cesetler o kadar derine gömülmemiş olduğu için, bazı kıyafetler toprak
üstüne çıkmaya başladı. Üstelik kokuyorlardı da. Okul yönetimi durumu
Xicheng Bölgesi Güvenlik Bürosu'na haber verdi. Sağlık ve güvenlik bürosu
birlikte cesetleri çıkardılar. Ölenlerin tüm kimlikleri ve belgeleri daha
önce onları gömen askerler tarafından alınmış olduğu için cesetlerin
çoğunun kimliği belirlenemedi. (19 yaşında öldürülen Wang Nan'ın ailesinin
ifadesinden)
Tüm bu ifadeler, 1989'da Tiananmen Meydanı'nda yaşanan insanlık dramının
boyutlarını göstermektedir. Komünist Çin yönetimi geçmişte Büyük Atılım
veya Kültür Devrimi döneminde yaptığı gibi, insan hayatına değer
vermediğini, komünizmin baskıcı ve despot bir dikta rejimi olduğunu,
insanların başına nasıl büyük felaketler getirdiğini bir kez daha
göstermiştir. Bugün halen Çin hapishaneleri Tiananmen olayları sırasında
gözaltına alınan kişilerle doludur.
Ayrıca Çin'i dev bir korku devleti haline getiren unsurlar sadece bu
örneklerle sınırlı değildir. Komünist Çin yönetimi oligarşik idaresini
devam ettirebilmek için her türlü baskı ve şiddeti uygularken, bir yandan
da ekonomisini ayakta tutabilmek için vatandaşlarını adeta birer makine
gibi kullanmaktadır. Çin'deki çalışma koşulları ve halkın içerisinde
bulunduğu durum, komünist rejimlerin oluşturduğu acımasız, bencil ve ruhsuz
yapıyı göstermesi açısından ibret vericidir.
İLKOKUL ÇAĞINDAKİ ÇOCUKLARIN
ZORLA ÇALIŞTIRILMASI
Daha önce de belirtildiği üzere komünist Çin yönetimi, Doğu Türkistan
halkını zorla çalıştırıp kazancına el koyduğu gibi, kendi vatandaşlarını da
sistemin muhafazasını sağlamak adına sömürmektedir. Bir yanda düşünce
suçluları ve tutuklular çalışma kamplarında sürekli çalıştırılmakta, bir
yanda halk zorla kamu işlerinde çalıştırılarak kazançlarına el
konulmaktadır. Hatta insanların fiziksel imkanlarından olabilecek son
noktaya kadar faydalanılabilmesi için henüz ilkokul çağındaki çocuklar dahi
kullanılmaktadır. Ürettiği müddetçe değeri olan insanın, komünist sisteme
yarar sağlaması temel nokta olduğu için, üretimi gerçekleştirecek olanın
yaşı, sağlığı, içinde bulunduğu koşullar önemli değildir. Bu durumda
çocukların da kullanılması makul karşılanmaktadır. Çocukların kullanılması
ile ucuz işçilik sağlanmakta, bu da Çin ekonomisi için ciddi bir gelir
unsuru olmaktadır.
Çin okullarında hayvan beslenmekte, çiftlik işleri yapılmakta, terzilik
yapılmakta ve hatta havai fişek üretilmektedir. Hatta zaman zaman çocuklar
yaptıkları işler sırasında toplu olarak hayatlarını kaybetmektedirler.
Bunun nedeni ise çoğu zaman çocukların, donanma fişeklerinin doldurulması,
havai fişeklerin hazırlanması gibi kendileri için son derece riskli
alanlarda çalıştırılmalarıdır. Nitekim 2001 yılında bu tarz bir çalışmanın
yapıldığı Çin'in doğusunda yer alan Jiangxi eyaletine bağlı Fangling
kasabasında yaşanan bir patlamada 50 çocuk ölmüş, bir çoğu da ağır şekilde
yaralanmıştır.80 200 çocuğun öğrenim gördüğü bu okulda öğrencilerin
derslerini çalışmak ve ödevlerini yapmak gibi sorumluluklarının yanı sıra
diğer bir görevleri de Çin Donanması için donanma fişekleri ve havai
fişekler hazırlamaktır. Okulun 13 yaşındaki öğrencisi Gao Yun, yaptıkları
işi ünlü haber ajansı Reuters'a şöyle anlatmıştır:
Okulda havai fişek yapmaya dört yıl önce başladık, haftada bir veya iki
kere bu işi yapmamız gerekiyordu. Daha büyük sınıflardaki öğrenciler barut
doldurmak, küçük sınıflar ise fitilleri monte etmekle sorumluydular. Eğer
daha fazla üretim yaparsak öğretmenlerimiz bize kurşun kalem veya defter
hediye ediyorlardı. Ama belirtilen hedefi yerine getiremezsek, okul çıkışı
eve gitmemize izin verilmiyordu.
Öğrencileri bu derece tehlikeli bir işte çalıştırabilen komünist
yöneticiler, patlamada hayatını kaybeden öğrencilerin ailelerini haberdar
ederken de, "O kadar kötü bir olay değil, olayı bir tür aile planlaması
gibi düşünün" sözleri ile aynı duyarsızlığı sergilemişlerdir.
Çin'de insanların adeta birer makine gibi kullanıldığının, bu nedenle de
sevgi, saygı, anlayış, hoşgörü, şefkat ve merhamet gibi insani değerlerin
bir anlam ifade etmediğinin en çarpıcı örneği, Çin vatandaşlarının çalışmak
zorunda bırakıldıkları koşullardır.
Çinliler sürekli aşağılandıkları, küçük düşürüldükleri, zor şartlarda
çalışmaya mecbur bırakıldıkları, cezalandırılıp korkutuldukları çalışma
koşullarını "yavaş yavaş intihar etmek" olarak tanımlamaktadırlar. Bunun
nedenlerinden birisi Çin'de genel olarak iş ortamlarındaki sağlık
koşullarının son derece kötü olmasıdır. Genelde sabah yediden gece
yarılarına kadar çalışmak zorunda kalan işçiler, sağlıkları için gerekli
tedbirlerin alınmaması nedeniyle çeşitli ölümcül hastalıklara da
yakalanmaktadırlar. Ancak bunun da ötesinde, psikolojik olarak
aşağılanmaları ve kendilerine adeta birer hayvan muamelesi yapılması çok
daha büyük bir baskı oluşturmaktadır.
1998 yılında Avustralyalı araştırmacı Anita Chan'ın yaptığı bir araştırma
bu ortamı detayları ile gözler önüne sermiştir. Chan araştırmasında,
Guangdong eyaletinde bulunan Zhaojie ayakkabı fabrikasında çalışan 20
işçinin bir gazeteye yazdığı mektubu konu edinmiştir. Bir devlet ve özel
sektör ortaklığı olan bu fabrikadaki koşulların detaylı olarak ele alındığı
çalışmada, özellikle diğer eyaletlerden bu bölgeye getirtilen işçilerin
yaşadıkları olaylara yer verilmiştir. Araştırmaya göre, fabrikanın 100'den
fazla sürekli devriye gezen güvenlik görevlisi vardır ve göçmen işçilerin
hiçbir şekilde fabrikadan ayrılmaları mümkün değildir. İşçilerden biri
fabrikada yaşadıklarını şu şekilde aktarmaktadır:
Dayak yemek ve tacize uğramak her gün karşılaşılan doğal olaylardan
biriydi. Bunun yanı sıra bir iskemlenin üstünde herkesin görebileceği
şekilde ayakta durmak, yüzü duvara dönük olarak hatalarını itiraf etmek,
diz üstü çömelmiş pozisyonda beklemek gibi cezalar da veriliyordu. Memurlar
ve işçiler sabah yediden gece yarısına kadar çalışmak zorundaydı. Pek çoğu
hastalanıyordu... Çalışma saatlerinde bir bardak su içmek için bile izin
almak mümkün değildi.
Unutulmamalıdır ki bu, sadece bu fabrikadaki yöneticilerin gaddarlığından
kaynaklanan istisnai bir durum değildir. Başta Doğu Türkistan'da olmak
üzere, Çin'in dört bir yanındaki fabrikalarda, iş yerlerinde benzer şartlar
mevcuttur. Hemen herşey için kesilen para cezası da bu işyerlerinin
özellikleri arasındadır. Cezaya sebep olan davranışlar arasında mesai
sırasında gülmek ve konuşmak, oyalanarak yürümek, ışıkları açık bırakmak
gibi maddeler vardır. Hatta işçilerin tuvalete gitme süreleri bile sıkı bir
denetim altındadır. Günde iki defadan fazla tuvalete giden işçilerin iki
günlük yevmiyeleri kesilmektedir.
Komünist düzenin ayrılmaz bir parçası olan baskı ve şiddet, hayatın pek çok
alanında olduğu gibi iş ortamlarında da asker ve polis gücü ile
sağlanmaktadır. Şirket kurallarına uyulmasının sağlanması için elektrikli
sopalar kullanan güvenlik görevlileri, yerel polis teşkilatları ile sıkı
bir işbirliği içerisindedir. Bu şekilde çalışanların, çalışma koşullarını,
ödenmeyen maaşlarını ve tazminatlarını protesto etmeleri de
engellenmektedir.
ÇİN'DE TOPLUMSAL ÇÖKÜŞ
Komünizmin, Çin'i içine sürüklediği felaketler buraya kadar
anlattıklarımızla sınırlı değildir. Uzun yıllar despot bir rejim altında
ezilen Çin'de bugün hem ekonomik hem de sosyal alanda ciddi bir çöküş
yaşanmaktadır. Hızla artan işsizlik, ödenmeyen maaşlar, suç oranlarındaki
artış ve hemen her gün ülkenin çeşitli yerlerinden gelen eylem ve çatışma
haberleri komünizmin bir toplumu içine sürüklediği felaketlerin boyutunu
göstermesi açısından çarpıcıdır. Bir yanda insan hakları ihlallerinin yoğun
olarak devam etmesi bir yanda adaletsiz gelir dağılımı, Çin'de yaşanan
çöküntüyü daha da hızlandırmaktadır. Adeta bir deney tahtası gibi
kullanılan Çin halkı bir felaketten bir başka felakete sürüklenmektedir.
Suç dalgasının hızla yayıldığı Çin'de son dönemlerde özellikle hırsızlık,
fuhuş ve kadın ticareti, uyuşturucu kullanımı ve ticareti gibi konularda
işlenen suçların sayısı hızla artmaktadır. İşsizlik ve kırsal kesimlerden
şehirlere yoğun bir şekilde yaşanan göç, özellikle şehirlerde hırsızlık ve
soygun olaylarının artmasına neden olmuştur. Genel olarak ülkede en çok
ekonomik suçlarda bir artış görülmektedir.
Son yıllarda hızla artan suç türlerinden biri de uyuşturucu ticaretidir.
Komünizmin bir neticesi olarak insanlarda oluşan manevi boşluk, uyuşturucu
kullanımında ve ticaretinde yoğun bir artış meydana getirmiştir. Yapılan
istatistikler, Çin'de uyuşturucu kullananların sayısının hızla artığını
göstermektedir.
Suç oranlarında yaşanan artışta dikkat çeken hususlardan birisi de, suç
işleyen kadınların sayısında yaşanan artıştır. Yapılan istatistiksel
çalışmalar ve araştırmalar kadınlar arasında suç işleme oranının oldukça
fazla olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte tecavüz, kadın ticareti
gibi kadınlara karşı işlenen suçlarda da bir artış söz konusudur.
Kadınların ve çocukların fuhuş ticaretinde kullanılmasına oldukça sık
rastlanmaktadır. Yalnız bu nedenle pek çok kişi gözaltına alınıp
tutuklanmıştır. Toplumda yaşanan ahlaki dejenarasyonun önemli göstergeleri
arasında bulunan bu suçların yanı sıra, rüşvetin yayılması da Çin'deki
toplumsal çöküntüyü gösteren bir başka unsurdur.
İnsanların da hayvanlar gibi terbiye edilebileceğini düşünen ve manevi
eğitimi göz ardı eden Çin Komünist Partisi, görüldüğü gibi kendi elleri ile
ortaya çıkardığı bir canavarla mücadele etmeye çalışmaktadır. Ve tüm bu
manzara karşısında çözümü daha çok şiddete başvurmakta görmektedir. Oysa
yaşanan maddi ve ahlaki çöküntüyü engellemenin yolu daha çok insan
tutuklamak, daha çok kişiyi idam etmek, daha çok insanı cezalandırmak
değildir. Çin, tüm komünist rejimlerin yaşadığı kaçınılmaz sonu
yaşamaktadır ve böyle bir sorunun üstesinden gelebilmenin ilk adımı manen
sağlıklı ve güçlü bir neslin yetiştirilmesidir. Çünkü ancak manen güçlü
olanlar hiçbir koşulda ahlaksızlığa ve kötülüğü yanaşmazlar.
ÇİN DEVLETİ KENDİ VATANDAŞLARINA
HASTALIK ŞIRINGA EDİYOR
Fuhuşun ve uyuşturucu kullanımının artması Çin'de kan yolu ile bulaşan
hastalıkların da yaygınlaşmasına neden olmuştur. Bunların başında AIDS
gelmektedir. Resmi makamların verdiği bilgilere göre bugün Çin'de yarım
milyon AIDS hastası olduğu bilinmekte, gerçek rakamın ise bundan çok daha
fazla olduğu tahmin edilmektedir. Çin Devleti, ahlaki çöküntü karşısında,
sorunu gerçekten çözücü tedbirler almadığı gibi, AIDS hastaları için de
herhangi bir tedbir almamaktadır.
Bununla birlikte, Çin'deki AIDS vakaları ile ilgili özellikle son
zamanlarda dünya kamuoyuna yansıyan bilgiler Çin Hükümetinin hastalığın
yayılmasını önlemeye çalışmadığını, bilakis yetkililerin hastalığın
yayılmasında aracı olduğunu göstermektedir. AIDS'in artmasının sebeplerinin
ilk sıralarında, halkın cüzi rakamlar karşılığında kanlarını satıyor
olmaları ve bu kan alış verişinin son derece sağlıksız koşullarda
gerçekleştiriliyor olması vardır. Çin makamları az bir para karşılığında
vatandaşlarının kanlarını almakta, ancak steril malzemelerin kullanılmaması
bir facia ile neticelenmektedir. Halka şırınga başına 5 dolar karşılığında
plazma hücrelerinin alınacağı ve kanlarının tekrar kendilerine verileceği
vaat edilmektedir. Ancak sürekli aynı şırıngaların kullanılması yalnız
AIDS'in değil, kan yolu ile bulaşan daha pek çok hastalığın yaygınlaşmasına
neden olmaktadır.
ÇİN, KOMÜNİZMİ TERK ETMİYOR
Mao'dan sonra iktidara gelen Deng Xiaoping ülkenin içinde bulunduğu durumu
düzeltmek için birtakım ekonomik reformlara başvurmuştur. Pazar
ekonomisinin komünizme uygulanmış bir türevi olan bu reformlar kısa bir
süre için de olsa Çin ekonomisinde kısmi bir düzelme sağlamıştır. Bugün de
bu reformlar sayesinde Batılı şirketler Çin'de yatırım yapabilmekte ve özel
şirketlerin aktivitelerine izin verilmektedir. (Aslında bu özel şirketlerin
büyük çoğunluğu da PLA ortaklıdır ve yönetiminde generaller vardır).
Bu manzara ilk bakışta bazı çevrelere, Çin'in artık Mao'nun öğretilerinden
iyice kopmaya başladığı ve demokratik bir anlayışın geliştiği kanaatini
vermiştir. Ancak Çin'de son yirmi yıldır yaşanan süreç biraz daha kapsamlı
olarak incelendiğinde, tüm bu sözde reform ve revizyonların, aslında daha
köklü bir komünist rejim için bir hazırlık olduğu rahatlıkla görülecektir.
Nasıl ki Sovyetler Birliği'nin yıkılması, "Marksizm'in yanlış bir yorumunun
çökmesi" olarak düşünülüyorsa, hem Çin'deki hem de dünyanın çeşitli
yerlerindeki Maocular için Çin'in şu an içinde bulunduğu sosyal çöküntü
"uygulama yanlışı" olarak algılanmaktadır. Komünist ideolojiye göre ideal
komünist toplum belli evrelerden geçmelidir. Önce kapitalizm yaşanmalı,
ardından sosyalizme, oradan da komünizme bir geçiş olmalıdır. İşte Çin'in
bugünkü kapitalist görüntüsünün asıl nedeni, ideal komünist düzene
ulaşılması için gösterilen bir çabadır. Üstelik Çin, çizdiği kapitalist
tabloyu mümkün olduğunca ekonomik alanla sınırlı tutmakta, siyasi alanda
ise Maoizm'e bağlılığını devam ettirmektedir. Ancak komünizme geçiş
aşamasının önemli bir adımı olduğuna inandığı sosyalizm evresini
gerçekleştirebilmek için komünist partiyi sosyalist bir parti olarak revize
etmeye çalışmaktadır.
Üstelik Çin bugün, sosyalizme geçiş için gerekli görülen vahşi kapitalist
dönemi her yönü ile yaşamaktadır. Gelir tablosundaki eşitsizliğin,
işsizliğin her geçen gün daha da artması, fakirlerin iyice fakirleşip,
zenginlerin daha da zenginleşmesi ve tüm bunların sonucu olarak yukarıda da
değindiğimiz ahlaki çöküntü adeta Çin halkının "en iyisi Mao dönemiydi"
demesini sağlayabilmek içindir. Oysa insanlara alternatif olarak gösterilen
Maoizm de çok büyük bir zulüm ve vahşet rejimidir. Hatta Maoizm ardında
bıraktığı milyonlarca ölü ile bir kan dökme kuyusudur. Yani bu şekilde
insanlar bir zulümden kaçarken, başka bir zulmün tuzağına düşecekler,
gerçek huzur ve mutluluğu asla bulamayacaklardır.
Nitekim son zamanlarda Çin'de yapılan araştırmalar, Mao'ya olan ilginin
halen yoğun şekilde devam ettiğini ve hatta halkın bir kısmının Mao
dönemini tercih ettiğini göstermiştir. 1970'li yılların sonunda başlayan
kapitalist uygulamaların neden olduğu belirsizlik ve çöküş, 1986 yılında
başlayan öğrenci olayları ile doruğa tırmanmış ve 1989 yılında yaşanan
Tiananmen katliamı Mao'yu tekrar Çin'in gündemine sokmuştur. Atlantic
Monthly dergisinin 1992 yılında yayınlanan bir sayısında Çin'in yeniden
Maoizme dönüşü şöyle aktarılmaktadır:
Aslında geçtiğimiz yılın sonundan itibaren Mao'ya karşı çılgınca bir ilgi
tüm Çin'i sarıp kuşatmaya başladı. Mao'nun bir uçtan bir uca Çin'e ismini
kazıdığı, devrim karşıtlarını öldüresiye dövdüğü ve hatta çıplak
bedenlerine Mao isminin kazındığı Kültür Devrimi günlerindeki politik
cinneti gibi olmasa da, Mao'nun Çin'de şu an yaygın bir etkisi var... Bu
Mao sevdası karşısında devlet yayın organı olan Xinhua basımevi, Mao'nun
tüm eserlerinin bulunduğu yeni bir cildi 10 milyondan fazla bastı ve devlet
bütçeli film şirketleri de yeni dram belgeseller hazırlıyorlar. Hatta 1991
yapımı "Mao Zedung ve Oğlu" filmi, özellikle Mao'nun insani yönleri
olduğunu vurgulayabilmek amacıyla duygusal öğelerle süslenmiş. Filmde
Mao'ya oğlu Mao Arying'in Kore Savaşı'nda Amerikalılar tarafından vurulduğu
haberinin verildiği an da var. Mao'yu insanileştirme çabaları bu yıl da
devam etti ve propaganda içerikli "Mao Zedung'un Hikayesi" kitabı piyasaya
çıktı.
Günümüzde Çin'deki Mao propagandası hızla devam ediyor. Çin
televizyonlarında, Mao'nun sözlerinin nerede ve hangi tarihte söylendiği
konulu yarışmalar düzenleniyor, Mao posterlerinin sayısı artırılıyor,
Mao'nun öğretileri radyo ve televizyonlardan tekrar tekrar yayınlanıyor.
Üstelik Çin halkının büyük çoğunluğu yıllardır kendilerine verilen
telkinler neticesinde Mao'ya bir nevi kurtarıcı misyonu yüklemiş, hatta ona
mistik bir bağ ile bağlanmış durumdalar. Pek çok Çinli Mao'nun kendilerini
trafik kazalarından, kötülüklerden, hastalıklardan koruduğunu düşünüyor.
Ancak Çinli yazar Jie Lusheng, Sun That Never Sets (Asla Batmayan Güneş)
isimli kitabında başka önemli gerçeklerin de altını çizmekte. Jia'ya göre,
Çin'in Mao'ya olan bağlılığı, ülkenin daha istikrarlı gözüktüğü ilk yıllara
olan özlemin bir yansıması. Jia, lider eksikliğinin, dejenere olmuş toplum
hayatının ve suç oranlarının artmasının, Mao'ya duyulan özlemi de
artırdığını yazıyor. Çinlilerin büyük kısmı, Mao'nun ideolojisinin hayat
bulması ile, Çin'in üzerine yeniden güneş doğacağını sanıyor.
Bu tespitlerin de gösterdiği gibi, bugün Çin, komünizmden uzaklaşmamakta,
bilakis belirlenmiş bir süreç içerisinde komünizmin belki de çok daha katı
bir formuna doğru ilerlemektedir. Komünist ideolojinin bu şekilde canlı
olması, Doğu Türkistan üzerindeki baskıların da süreceği anlamına
gelmektedir. Çünkü komünist ideolojinin İslam'a ve Müslümanlara bakışı her
zaman düşmanca olmuştur ve olmaya devam etmektedir.
ÇİN'İN "TERÖRİZM" ALDATMACASI
11 Eylül 2001 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri'ne karşı düzenlenen
büyük terörist saldırı, dünyadaki pek çok dengeyi değiştirecek yeni bir
stratejik düzenlemeyi de beraberinde getirdi. ABD, ülkesini hedef alan
uluslararası terörizme karşı global bir mücadele başlattı. Ancak bazı
ülkeler, bu mücadeleyi istismar ederek, kendi çıkarları doğrultusunda
kullanmaya niyetlendiler. Bunların başında Çin geliyordu.
ABD'nin terörizme karşı olan tepkisini, "Müslümanlara karşı bir savaş" gibi
görmek ve göstermek isteyen Çin, Ekim 2001'de bir mesaj yayınladı. Mesajda,
özetle, "Çin'in de Doğu Türkistan'daki İslamcı teröristlere karşı Batı
dünyası ile işbirliği yapmak istediği" söyleniyordu.
Oysa Çin'in bu açıklaması apaçık bir çarpıtmadan ibarettir. Çünkü Doğu
Türkistan halkı, manevi değerlerine sahip çıkmanın, kültürünü ve örfünü
yaşatabilmenin, özgürce dinini yaşayıp dilini kullanabilmenin haklı
mücadelesini vermektedir. Ve bu mücadele uzun yıllardır, Doğu Türkistanlı
liderlerin sahip olduğu sağduyu sayesinde son derece demoktrat bir
platformda yürütülmektedir. Bununla birlikte her toplumda olabileceği gibi
Doğu Türkistan halkı arasında da, şiddete eğilimli kişiler veya gruplar
bulunabilir. Ancak bu durum, Doğu Türkistan'ın haklı bir mücadele yürüttüğü
gerçeğini ortadan kaldırmaz. Bölgedeki gerçek terörist güç, bu kitap
boyunca incelediğimiz gibi, Doğu Türkistan'daki mazlum Müslümanlara karşı
uzun vadeli bir soykırım yürüten Çin yönetimidir.
Bu gerçek, Batılı yorumcular tarafından da teşhis edilmekte gecikmedi.
Çin'in söz konusu propaganda girişiminin ardından The Washington Times
gazetesinde (10/14/2001) Beware China's Ties to the Taliban (Çin'in
Taliban'la Olan İlişkilerinden Sakının) başlıklı bir makalesi yayınlanan
Amerikalı eski senatör Jesse Helms bunlardan biriydi. Cumhuriyetçi
Parti'den uzun yıllar Kuzey Carolina senatörlüğü ve "Senato Dış İlişkiler
Komitesi" üyeliği yapan Helms, söz konusu makalesinde Çin'in ABD'yi ve
Batı'yı yanına alma girişiminin ne kadar aldatıcı olduğunu anlatıyordu.
Afganistan'daki Taliban yönetimi ile Çin arasında çok yakın ilişkiler
olduğunu anlatan Helms, Çin'in hem İslam'a hem de Amerika'ya düşman
olduğunu şöyle belirtiyordu:
... Çin ve Amerika'nın terörizme karşı savaşmakta ortak bir çıkara sahip
olduklarına dair bir varsayım var. Ne kadar safça ve tehlikeli bir
fantazi... Gerçekte, komünist Çin Hükümeti Ortadoğu'daki tüm teröristlerle
ve terörü destekleyen ülkelerle çok yakın ilişkiler içinde...
Amerika'nın terörizm ile mücadelesinde Çin ile ortak çıkarlar paylaştığını
düşünenler, büyük olasılıkla bu varsayımlarını, Çin'in Sincan bölgesindeki
hayali Uygur terörizmi ile olan mücadelesine dayandırıyorlar. Böyle
düşünmek ahlaki bir felaket olacaktır, çünkü Uygurları bize düşman olan
zararlı fanatiklerle bir tutmanın hiçbir haklı yanı yoktur. Uygurlar,
Pekin'in acımasız yönetimine karşı haklı bir özgürlük mücadelesi
içindedirler ve bunu da büyük ölçüde barışçıl yollardan yürütmektedirler.
Bu yüzden, büyük bir baskıya maruz kalmaktadırlar, Çin Hükümeti siyasi
nedenlerle insanları tutuklamakta ve işkenceden geçirmekte, camileri
yıkmakta ve barışçı gösteriler yapan insanların üzerine ateş açmaktadır.
Hem stratejik hem de ahlaki olarak, Amerika Birleşik Devletleri, Çin'i,
terörizme karşı geliştirilecek bir çözümün parçası olarak kabul
etmemelidir. Gerçekte, bizzat komünist Çin bu sorunun büyük bir
parçasıdır."
Görüldüğü gibi, Kızıl Çin topraklarında yaşanan gerçeklerin farkında olan
Amerikalılar da, Çin'in Doğu Türkistan'daki Müslüman Uygur Türkleri'ne
büyük bir zulüm uyguladığını ve bu nedenle "terörizmin çözüm ortağı" değil,
"terörizmin bir parçası" olduğunu görmektedirler.
Bu düşünce artık pek çok Batılı tarafından paylaşılmaktadır. Bu haklı
mücadeleden faydalanmak isteyen bazı ülkelerin girişimlerine karşı dikkatli
olmak gerektiği farklı kişiler tarafından dile getirilmektedir. Örneğin The
Asian Wall Street Journal gazetesi editörlerinden Thomas Beal 5 Kasım 2001
tarihli yazısında şu gerçeklerin altını çizmektedir:
Amerika'ya karşı gerçekleştirilen saldırılar karşısında Çin'in sergilediği
sahte kızgınlık, bölgenin 18 milyonluk nüfusunun yarısından fazlasını
oluşturan Sincan'daki Müslüman Türklerin milli ve dini değerlerine yönelik
on yıldır devam eden baskıyı haklı çıkarmak için dünya çapında gösterilen
tepkiyi nasıl kötüye kullandığını göstermektedir. Amerika'nın Usama Bin
Laden'e karşı yürüttüğü kampanyayı destekleyerek ya da en azından buna
karşı çıkmayarak Başkan Jiang Zemin'in umudu Çin'in insan hakları
ihlallerini eleştiren Batı'nın sempatisini kazanabilmekti.
Bush hükümeti, Çin'in kendi içindeki ayrılıkçı hareketleri Amerika'ya karşı
düzenlenen saldırı ile eş tutması girişimini kesinlikle red etmeli.
Uluslararası terörizme karşı başlatılan savaş kapsamında Çin'in Doğu
Türkistan'daki Müslümanlara eziyet etmesine açık veya kapalı destek
olmamalı.
Yazısının devamında komünist Çin yönetiminin Doğu Türkistan halkına yaptığı
büyük zulme yer ayıran Beal, bu baskının hala devam ettiğini söylüyor. Beal
yazısını şu sözlerle bitiriyor:
... Amerika Pekin'in Uygurlara karşı işlediği suçlara ortak olmamalı. Çünkü
Uygurlar Amerika'nın neden terörizme karşı mücadele ettiğini en iyi anlayan
halklardan biri..."
Türkiye olarak bizim de Çin ile olan ilişkilerimizde bu gerçeği göz önünde
bulundurmamız, Doğu Türkistan'daki soydaşlarımızın ve dindaşlarımızın haklı
mücadelesine diplomatik kanallardan destek olmamız gerekmektedir.
SONUÇ
Komünist Çin'in kendi halkına karşı uyguladığı zulmü, bir yandan da Doğu
Türkistanlı Müslümanlara karşı yürüttüğü sessiz soykırımı delilleriyle
inceledik.
İnsanların tesadüf eseri var olduklarını ve kimseye karşı herhangi bir
sorumlulukları olmadığını öne süren Darwinizm'in neden olduğu felaketler bu
derece açıkken, vicdan sahibi insanlara düşen sorumluluk, kan dökme kuyusu
haline gelmiş olan bu ideoloji ile fikri alanda ciddi bir mücadele
yürütmektir. Bu mücadelenin önemli bir boyutu, Çin'deki rejimin bu denli
katı ve acımasız olmasının temel nedeni olan Darwinist ve komünist
ideolojiye karşıdır. Çin'in serbest piyasa ekonomisini benimsemesiyle, bu
ülkenin hala bir "Kızıl Tehlike" olduğu gerçeğinin değişmediğini tüm
dünyaya anlatmak gerekmektedir. Pekin yönetiminin hala temel siyasi görüşü
olan Maoist komünizme ve bunun fikri dayanağı olan Darwinizm'e karşı da bir
kampanya yürütülmeli, bu ideolojinin Çin'de ve Kamboçya, Arnavutluk, Kuzey
Kore gibi diğer ülkelerde sebep olduğu korkunç insanlık suçları gündemde
tutulmalıdır. Darwinizm'in ve Maoizm'in -tüm diğer komünizm
versiyonlarının- Çin halkının önemli bir kısmı tarafından hala sanıldığı
gibi bir kurtuluş ideolojisi değil, insanları vahşet ve cinnete sürükleyen
büyük bir aldanış ve hurafe olduğu ortaya konmalıdır. Komünizme karşı
mücadele hala gereklidir ve unutmamak gerekir ki, komünizmin içyüzünü
ortaya çıkarmak için yapılacak her girişim, Doğu Türkistan Müslümanları
gibi komünist zulüm altındaki mazlum milletlere bir yardım hükmüne
geçecektir.
Bununla birlikte sadece Müslüman oldukları için zulüm, işkence ve katliama
maruz bırakılan Doğu Türkistan'da yaşayan Uygurların bu durumu, tüm dünya
Müslümanlarının üzerine bir sorumluluk yüklemektedir.
Çin, bu bölgeyi dünyaya unutturmak, gündeme geldiğinde ise buradaki mazlum
Müslümanları "terörist" gibi göstermek çabasındadır. Buna karşı her
Müslüman, elindeki her imkanı kullanarak, Doğu Türkistan'da yaşanan zulmü
tüm dünyaya duyurmak, uluslararası kuruluşların dikkatini bu konuya çekmek
için çalışmalıdır. Müslümanlar, gazetelerinde, dergilerinde, internet
sitelerinde bu zulmü gündeme getirmeli, Doğu Türkistan'ın haklı davasına
destek olmalıdır. Devlet adamları bu konuyu gündemlerine almalı, gerek Çin
ile gerekse Batılı ülkelerle olan ilişkilerinde bu konuda çözüm ve adalet
talep etmeli, yurttaşlar devlet adamlarını bu konuda göreve teşvik
etmelidirler. Sivil toplum kuruluşları bu davaya sahip çıkmalı, Doğu
Türkistan konusunda konferanslar, paneller, anma günleri düzenlemelidirler.
Böylece hem konu uluslararası alanda gündeme getirilerek Çin üzerinde
hukuki bir yaptırım oluşturulmalı, hem de Doğu Türkistanlı Müslümanlara,
"unutulmadıkları" gösterilerek, moral ve umutları tazelenmelidir.
Bunların ötesinde, tüm dünyaya gerçek İslam'ı tanıtmak, İslam'ın,
terörizmle hiçbir ilgisinin olmadığını, aksine bu gibi felaketleri
yeryüzünden silmek amacı güttüğünü insanlığa göstermek gerekmektedir. İslam
adına teröre başvurduklarını iddia edenleri tekzip ve tel'in etmek,
İslam'ın diğer dinlere olan hoşgörülü ve barışçı yaklaşımını hem anlatarak
hem de fiili olarak göstermek çağımızın önemli sorumluluklarından biridir.
Böylece, zulme uğrattığı Müslümanları "terörist" gibi göstererek
uluslararası camiada sempati toplama çabasında olan Çin gibi baskıcı
rejimlerin elinden bu koz alınacak, gerçeklerin olduğu gibi görülmesi
sağlanacaktır. Müslümanlar, bir "medeniyetler çatışması" arayışında
olmadıklarını, aksine her din ve medeniyet arasında barış ve uzlaşı
istediklerini, zaten bunun Kuran ahlakının bir gereği olduğunu ortaya
koymalıdırlar.
Kısacası, Müslümanlar, dünyaya barış ve huzur gelmesi için çalışmalı, bu
barış ve huzuru hedef alan her türlü güce -kimi zaman kendisini "İslam"
maskesine büründürse bile- karşı koymalıdırlar. Unutmamak gerekir ki, barış
ve huzurun yerine savaş ve kargaşanın hakim olması, Kuran'da geçen ifadeyle
bir "fitne"dir ve Allah'ın lanetlediği büyük bir günahtır.
TÜRKİYE'YE DÜŞEN TARİHİ SORUMLULUKHem Doğu Türkistan'ın hem de İslam
dünyasının durumu hakkında yukarıda ortaya koyduğumuz görüşler, Türkiye
Cumhuriyeti üzerinde önemli bir tarihsel sorumluluk bulunduğunu
göstermektedir.
Önce Doğu Türkistan açısından konuyu ele alalım. Doğu Türkistanlı
Müslümanlara yardım eli uzatması gereken bir numaralı ülke Türkiye'dir.
Çünkü Doğu Türkistanlı Uygur Müslümanları Türk'tür. Konuştukları dil
Türkçedir. Bizim hem din hem de soy kardeşlerimizdirler. Bu durum
Türkiye'ye Doğu Türkistan'ın hukukunu savunmak için uluslararası bir
avantaj sağlar. Türkiye'nin Makedonya'daki Türklerin veya Kuzey Irak'taki
Türkmenlerin hukukunu savunması nasıl uluslararası toplumda makul
karşılanmakta ise, Doğu Türkistan'daki Uygurların hukukunu savuması da
makul karşılanacaktır.
Dahası, Doğu Türkistanlı Müslümanların hukukuna sahip çıkmak ve onu
savunmak, Türkiye için aynı zamanda stratejik bir gerekliliktir. Bilindiği
gibi Orta Asya'daki Türki Cumhuriyetler, Türkiye, Rusya ve İran gibi farklı
ülkelerin nüfuz mücadelesine sahne olmaktadırlar. Türkiye'nin bölgede
diğerlerinden daha fazla etkin olmasının bir yolu, ekonomik güç ve
girişiminin yanısıra, bölge halklarının sevgi ve güvenini daha fazla
kazanmasını sağlayacak siyasi girişimlerden geçmektedir. Türkiye'nin Doğu
Türkistan davasına sahip çıkması, Türkistan'ın genelinde, yani Orta
Asya'daki tüm Türki Cumhuriyetler'de Türkiye'nin güç ve iradesine olan
inancı pekiştirecektir.
Konunun ikinci yönü ise, yukarıda ifade ettiğimiz "gerçek İslam'ı dünyaya
bir model olarak göstermek" misyonudur. Bunu da İslam dünyasında başarmaya
aday olan en önemli ülke Türkiye'dir. Türkiye, İslam'ın özündeki sevgi,
saygı ve hoşgörü prensiplerini kavramış, modern ve çağdaş bir ülkedir.
Osmanlı'dan gelen büyük bir kültürel mirasın ve tarihsel vizyonun
sahibidir. Batı dünyası ile en iyi entegre olmuş İslam ülkesidir. İslam
dünyası ve Batı arasında körüklenmek istenen yapay "medeniyetler
çatışması"na karşı en etkili çözüm, Türkiye'den gelebilir.
Umulur ki 21. yüzyılda bu çözüm gerçekleşecek ve Doğu Türkistan dahil tüm
İslam dünyası, Türkiye'nin önderliğinde, barış ve huzura kavuşacaktır. Doğu
Türkistan'ın geleceği tüm İslam dünyasının geleceği gibi Allah'ın izniyle
aydınlık ve parlaktır. Bu aydınlığın alametleri ise bugünden belirmeye
başlamıştır. Her türlü baskı ve zulme rağmen Müslümanların dinlerine ve
inançlarına sahip çıkmakta kararlı olmaları, üstelik son zamanlarda tüm
dünya genelinde din ahlakına yönelişin artması gelecek için çok önemli
işaretlerdendir.
Pasifik Basın Enstitüsü'sü başkanı Dru C. Gladney;
Han Çinlileri'nin Doğu Türkistana akın etmesiyle toprak ve su gibi sınırlı
kaynaklar üzerinde oluşan baskı, Uygurları kızdırıyor. "Uygurlar, burasının
kendi anavatanları olduğunu dolayısıyla bu kaynakların kendilerine daha çok
tahsis edilmesi gerektiği hissini taşıyorlar." diyor.
İnsan Hakları İzleme Örgütü, Çin'in ayrılıkçılıkla ve terörizmle mücadele
adı altında Müslüman Uygurlara yönelik baskı kampanyası yürüttüğünü
bildirdi. İnsan Hakları İzleme Örgütü ile Çin'de İnsan Hakları isimli
kuruluş tarafından hazırlanan 114 sayfalık "Yıkıcı Rüzgarlar: Sincan'da
Uygurlara Dini Baskı" başlıklı bir raporda, bölgede uygulanan hukuk
kurallarının, düzenlemelerin ve politikaların, Uygurların dini
özgürlüklerini reddettiği, buna paralel olarak da Uygurların örgütlenme,
toplanma ve ifade özgürlüğü haklarından mahrum bırakıldıkları ifade edildi.
Çin'in ebeveynlere çocukların dini faaliyetlere katılmasına müsaade
etmemeleri konusunda baskı uyguladığı belirtilen raporda, dünya çapında
devam eden terörizme karşı mücadelenin Çin için, Sincan Uygur Özerk
Bölgesi'ndeki baskılarını arttırma konusunda bahane oluşturduğu kaydedildi.
|
|
Member Cevaplar: 174 kayıt olmuş: 11/9/2006 Durum: ÇevrimdışıCinsiyet:
|
|
Yazılış Tarihi: 10/7/2009 Saat 12:52 |
|
|
Çin’deki olayların ilk kıvılcımının 26 Haziran’da Guangdong
eyaletindeki bir oyuncak fabrikasında başladığını belirterek şunları
söyledi: “26 Haziran’da Guangdong eyaletindeki başlayan
olaylarda 300 kişi hayatını kaybetmişti. Çin, uzun yıllardan beri özellikle
son 5 yılda Doğu Türkistan’dan 18-25 yaş arasındaki genç kızları
zorla alarak Guangdong eyaletindeki oyuncak fabrikalara götürerek zorla
çalıştırıyor. Bu insan hakları ihlaline dünya bugüne kadar göz yumdu.
____________________ Dört Sey Geri Gelmez Atılan Ok, Söylenen Söz, Kacırılan Fırsat ve Gecen
Zaman ...
|
|
Member Cevaplar: 107 kayıt olmuş: 9/10/2007 Durum: ÇevrimdışıCinsiyet:
|
|
Yazılış Tarihi: 10/7/2009 Saat 12:54 |
|
|
Bu dünyadan göçerek Türk milletine veda edeceklerinin çocuklarına kendinden
sonra yaşayacaklara, son sözü bu olmalıdır: "Benim Türk milletine, Türk
cemiyetine, Türklüğün istikbaline ait ödevlerim bitmemişti, siz onları
tamamlayacaksınız. Siz de sizden sonrakilere benim sözümü tekrar ediniz. Bu
sözler bir ferdin değil, bir Türk Milleti duygusunun ifadesidir."
|
|
Junior Member Cevaplar: 18 kayıt olmuş: 23/7/2008 Durum: ÇevrimdışıCinsiyet:
|
|
Yazılış Tarihi: 10/7/2009 Saat 12:59 |
|
|
Çin Dünya’nın gözünün içine baka baka Doğu Türkistan’da ilk
çağları hatırlatan insanlık dışı korkunç bir baskı uyguluyor. 30 milyona
yakın Doğu Türkistanlı en doğal insan haklarından mahrum bırakılarak
kölelik rejimi altında hayatta kalmaya çalışıyor. Çin milyonlarca km2 lik
bir alanı hapishane haline getirmiş durumda. Oradaki insanların Türk ve
Müslüman oluşu, bölgenin Batı nazarında öncelikli güzergah olmayışı,
Çin’in güce dayalı militarist bir yönetim olması gibi nedenlerle
milyonlarca Doğu Türkistanlı kaderleriyle baş başa var olma mücadelesi
veriyorlar.
____________________ Taşı delen suyun kuvveti değil, damlaların sürekliliğidir.
|
|
|
0,068 saniye - 29 queries
|
Happy Birthday |
Bugün hiçbir kullanıcımızın doğumgünü yok! |
üye Puani |
- Rojin: 10 976 Puanlar
- asliyok: 4 432 Puanlar
- HarmanYeli: 4 396 Puanlar
- KizilZora: 2 048 Puanlar
- life23: 1 675 Puanlar
- gokkiz: 1 657 Puanlar
- BirNefes: 1 048 Puanlar
- Erasmus: 984 Puanlar
- -Pozan-: 785 Puanlar
- Siyahinci: 623 Puanlar
|
|