Zaman Gazetesi’nin 23 Haziran 2008 tarihli nüshasında Dr. Ümit
Kardaş tarafından yazılmış güzel bir makale vardı. Gerçek Demokrasi Ne
Zaman başlıklı makalede Dr. Ümit Kardaş başlıktaki soruya makale içinde
cevap aramış, kendince tespit edebildiği hususları demokratik bir bakış
açısına göre yazmış.
Gerçekten de Ümit Kardaş’ın tespitleri demokrasi kültürünü benimsemiş
ve içine sindirmiş, insan haklarına saygılı ve hukuk devleti normlarına
uygun tespitler…
Ama, bu tespitleri bir Avrupa ülkesinde, benzer bir olaya dayanarak yapmış
olsaydı, tereddütsüz altına imzamı atardım. Ancak, burası Türkiye. Burada
demokratik ve hukuksal kurallardan daha çok jeopolitik gerçekler ön plana
çıkıyor.
Elbette, ben de ülkemiz insanının batı normlarında, evrensel insan hakları
kriterlerine ve çağdaş hukuk ölçülerine göre hak ve özgürlüklere sahip
olmasını, askerin siyaset dışında tutulmasını arzu ederim. Özellikle
askerlerin siyaset dışında tutulmasına gerekçe olarak da Balkan Savaşı
sırasında askerin siyasete bulaşmış olmasını görürüm.
Avrupalı hangi haklara sahipse, bizim insanımız da niye sahip olmasın?
Gerçek demokrasi ölçülerine uygun demokratik açılımlar niçin ülkemizde
yapılmasın? İkinci sınıf demokrasi anlayışına ve asker vesayetine tabi bir
ülke de haklarımız olduğundan bahsedebilir miyiz?
İnanıyorum ki, her vatandaşımız bu sorulara kendi fikir ve inanışı
doğrultusunda cevap verecektir. Dünyada da bu böyledir. Her ülkenin insanı
farklı demokrasi inancına sahiptir. İnanışına etki eden en önemli unsur ya
şahsi, ya da ülke menfaatleridir.
Yoksa, daha geçen ay Mynmar’da meydana gelen sel felaketi esnasında
ülkeyi yöneten askeri cunta yönetiminin kendi insanına ulaştırılmak istenen
uluslararası yardımı rezilce engelleme çabası, gelen yardımları oligarşik
bir anlayışla vatandaşları yerine askerlere dağıtması nasıl
Türkiye’den kötü gözüküyorsa, ülkemizdeki demokrasiye yapılan her
türlü müdahale de dış ülkelerden bakıldığında böyle kötü gözüküyor.
Ama…
“Büyüklerimiz bir cümle “ama” ile başlıyorsa ve bu
cümleden önce başka bir hususu açıklayan cümleler varsa, “ama”
ile başlayan cümle önceki cümlelerde anlatılanları tamamen nötr hale
getirir derlerdi. Bizimki de öyle oldu. “
Ama, jeopolitik gerçeklere gelince iş değişiyor…
Bir kere Avrupalı bizim yaşadığımız travmayı yaşamadı...
17nci yüzyıl sonlarında toplam 24 milyon kilometre karelik İmparatorluk
toprakları, 1913 yılında 4.9 milyon kilometreye kadar düşmüş ve 1913
yılından sonra bugünkü halini almıştı. Şimdi 45 ayrı ülkenin egemenlik
hakkını kullandığı topraklardan bir anda bugünkü topraklara düşmek
sosyolojik ve psikolojik bir travma yaratmıştı. Hatta bu kadar büyük toprak
kaybını bir kenara bırakın, Yunan’ın Polatlı önlerine gelişi ile
beraber Türk’ün egemenlik alanı kalmamak üzereydi. Böyle bir travma
bizde belki de birey merkezli bir bakış açısı yerine devlet ve toplum
merkezli bir bakış açısı yerleştirdi.
İkincisi, dünyadaki orduların tamamı dış düşmana karşı ülkesini savunmuş ve
kurtarmıştır. Bizim ordumuz ise işgal altındaki bir ülkeyi düşmandan
kurtarmakla kalmamış, hanedan yönetimi yerine tüm dünyada gerçek anlamda
yeni yeni yerleşmeye başlamış Cumhuriyet sisteminin ülkedeki kurucusu
olmuştur. Belli başlı aksaklıkları olsa da meşruti-monarşi yerine
demokrasiyi ülke yönetiminde esas almıştır. Bu nedenle, birlerce yıllık
ordu-millet anlayışının bu ülke topraklarında kalıcı olarak yerleşmesine
vesile olmuştur.
Üçüncüsü, ülkemizin jeo-stretejik yapısı göz önüne alındığında çevremizin
pek de dost ülkelerle çevrilmediği aşikardır. Gerek dış tehdit, gerekse dış
tehdit unsurlarının yurt içinde kullandığı iç tehdit unsurları
düşünüldüğünde Anadolu yarımadası’nda kalabilmemiz bizim bazı
haklardan vazgeçip, güvenliğe önem vermemizi gerektirmiştir.
Şimdi sorarım size; demokrasinin beşiği kabul edilen İngiltere’nin
İRA terör örgütü ile mücadelesinde, Fransa’nın FLNC (Korsika
Bağımsızlık Cephesi) adlı terör örgütü ile mücadelesinde toplam ölen insan
sayısı bizimkinin 10’da biri var mıdır?
Hiç Almanya’daki dağlarda ellerinde roketatarlar, makineli tüfeklerle
dolaşan; üniformaya benzer giysiler içinde gerilla savaşı yapan, koskoca
bir orduyu peşine takan kaç terörist bulabilirsiniz?
Belçika’nın bölünmesi için mücadele eden Belçikalı teröristlere
Hollanda’nın kamp, Fransa’nın silah, Almanya’nın
finansman, İsviçre’nin televizyon yayın imkanı sağladığını duydunuz
mu?
Duyamazsınız… Bütün bunlar bizim ülkemiz için geçerlidir.
Veyahut, sadece kendi gibi inanmadığı için insanları tellerle boğup,
evlerinin altına gömen ve cesetlerin üzerlerine de bir güzel beton döken
Hizbullah benzeri yapılanma İtalya!da var mı?
Her şeyi bir kenara bırakın, insan hakları ve demokrasi gibi gerekçelerle
hangi Avrupa ülkesi güvenliğinden taviz veriyor? Hangi ülkede sistemini
değiştirecek şekilde gruplar hareket ediyor?
Jeo-politik gerekçeler her şeyin önüne geçiyor… Bakınız,
Avusturya’da seçimleri kazanan aşırı sağcı Jörg Haider’e
hükümet kurma izni verildi mi? Hem de Avrupa Birliği üyesi bir ülke de
adamın iktidara gelmemesi için Avrupa Birliği var gücüyle çalıştı.
Demek ki, ülkeler demokrasi ve insan hakları sınavı verirken güvenlik
olgusunu gözden kaçırmıyor. O dengeyi o kadar güzel kuruyor ki, ne şiş
yanıyor, ne kebap…
Tabii, biz de bu dengeyi sağlayacağız, insanımız demokrasi kültürünü tam
olarak özümsediğinde. O da ne zaman olacak. Stadyumlarımızda seyirci ile
sahayı ayıran tel engelleri kaldırıp, seyircilerimizin sahaya girmemeyi
öğrendiği zaman. O zaman bu iş olur. Yoksa üç metrelik tel engele rağmen
taraftar sahaya atlayıp hakemi dövebiliyorsa, biraz daha beklememiz
gerekecek.
Bir de, Cudi’de, Gabar’da, Kato’da elinde silahla dolaşan
teröristler yerine, elinde piknik sepetiyle dolaşanları görmeye
başladığımız zaman bu işin altından rahatlıkla kalkabiliriz.
Öyle demokrasi demekle, demokrasi olmuyor…
Sevgiyle
Gecenin Efendileri (Hepimizden)