1912’de Van’da doğdu adı Mehmet’ti. Anasını babasını hiç
bilmedi. Kendi anlatımıyla, “Birinci Dünya Savaşı’nın ortada
bıraktığı çocuklardan biriydi”. Van’dan Adana’ya
getirdiklerinde çok küçüktü. Çocuğu olmayan, fakir bir ailenin yanına
verdiler. Onları, amcası ve yengesi biliyordu, öyle çağırıyordu. Anlaşılan,
amca - yenge demesi istenmiş, böyle hatırlıyordu Mehmet.
Mehmet, evin bireyiydi artık. Evdeki keçilerden, ineklerden, tavuklardan o
sorumluydu. Onları gütmek, yemlemek onun işiydi. İşe, çobanlıkla
başlamıştı.Getir-götür işleri de doğal olarak ona aitti. Hayvanları
seviyor, onları karanlık basıncaya kadar kırlarda tarlalarda güdüyordu.
Ağaçların tepesinde meyve topluyor, günlük yiyeceğini çıkarıyordu.
Yaşamındaki en önemli şey ise: Mehmet türkü söylüyordu!
Mehmet altı yaşına geldiğinde, Adana, İngilizler ve Fransızlar tarafından
işgal edilmişti. Bu işgalin ardından Adanalılar toplu olarak Toros
Dağları’na kaçtılar. Bu bir göçtü. Bu göç, “kaç - kaç
yılları” olarak anılır. Mehmet de amcası ve yengesiyle bu göçün
içerisindeydi tabii.
Kaç - kaç yılları boyunca Mehmet, hep çalışıp, verilen işleri yapmayı
başardığı halde, yengenin hoşnutsuzluğu hiç bitmiyordu. “ Kaç -
kaç”ta bir gün Mehmet’in eline bir testi verip, bize su getir
diyorlar. Mehmet, hiç itiraz etmeden gidip, su arayıp buluyor. Ne kadar
zaman içinde su bulmuştur, onu hatırlamıyor. Suyu getirdiği zaman, birde
bakıyor ki amca ve yenge de dahil, kafile yok olmuş. Mehmet bir testi suyla
dağ başında kalıyor. Geceleri incir ağaçlarının üzerinde uyuyarak, meyve
yiyerek, kaç gün kaç gece kaldığını hatırlamadan yaşıyor. Bir yandan da
amca ve yengesinin içinde bulunduğu kafileyi aramaya başlıyor. Sonunda
onları buluyor. Amcası, Mehmet’i görür görmez sarılıp ağlamaya
başlıyor. Belli ki çok üzgün. Yengede tıs yok. İşte o zaman, Mehmet kasıtlı
olarak terk edildiğini anlıyor, belli etmemeye çalışıyor. Mehmet’i
gören konu komşu ise çok seviniyor. Mehmet, işte ailenin bu davranışından
onların, gerçek amcası ve yengesi olmadığını anlıyor.
Mehmet, çok sağlıklı bir çocukmuş. Doğanın bütün olanaklarını kullanmasını,
doğayı sevmesini bilmiş, yaşamı boyunca zorlukları yenmiş, içine
sindirebildiği dönemleri hiç unutmamış. Çocuk denecek yaşta savaş denen
şeyin, ne demek olduğunu içinde yaşayarak, seferberlik türküleri, marşlar
söyleyerek öğrenmiş. Kaç - kaç’ da Adana’da çok güzel türküler
öğrendiğini hep söylerdi. Türküler öğreniyor, türküler söylüyor, komşular,
özellikle kadınlar, dinleyicilerinin başında geliyor. Bu türküler, müzik
duygularını pekiştirmede ve değiştirmede önemli rol oynuyor. İlk türkü
repertuarını böyle oluşturuyor. Bir Ruhi Su olgusunun oluşmasının önemli
adımlarıydı tüm bunlar.
Adana’ ya döndükten sonra, Mehmet, aile ile bin bir güçlükle,
yaşamını sürdürüyor. Yenge hala çok rahatsız; Mehmet ile uğraşmaya devam
ediyor, sudan bahanelerle Mehmet’i hırpalayıp, dövüyor. Bir gün yine,
sıradan bir kusurunu bahane ederek Mehmet’i dövmeye başlıyor. Bir
türlü hırsını alamıyor, Mehmet’i ağaca bağlıyor ve kamçı ile dövüyor.
Bu dayak, belki de Mehmet’in yaşamının dönüm noktası oluyor. Onun bu
kötü yaşamını komşular da biliyorlar. Mahalleden arkadaşı olan
Hüseyin’ in annesi, Mehmet’i çok severmiş. O gün ona,
“Seni Hüseyin’in okuluna götürmemi ister misin ?” diye
sormuş. Mehmet, korkudan sadece başını sallayarak, evet diyebilmiş.
Hüseyin’in okulu öksüzler yurduydu. O zamanki adı ile Dar-ül Eytam.
Hüseyin’in annesi Mehmet’i, Adana’nın tanınmış
ailelerinden Suphi Paşa’ya götürüyor ve tavsiye mektubu alıyor. Sonra
da öksüzler yurduna götürüp, bu mektubu veriyor. Müdür, görevlilere,
“ bu çocuğu hamama götürün, ona temiz elbise ve çamaşır
getirin” dediğinde, Mehmet okula alındığını anlıyor. Tüm bunlar,
amcanın ve yengenin haberi olmadan yapılıyor. Yeni elbiseleriyle
Mehmet’i okulun bahçesine salıveriyorlar. O günleri şöyle anlatırdı:
“ Oyun denen bir şeyin var olduğunu o zaman öğrendim, içim içime
sığmıyordu şaşkındım”
On yaşından itibaren, okullardaki yatılı yaşamı başlıyor, önce çocukluğunu
yaşamaya başlıyor öksüzler yurdunda. Aynı zamanda müzik yaşamı da başlamış
oluyor. Mahallede olduğu gibi burada da sesinin farkına varıyorlar.
Türküler, marşlar söyletiyorlar. Sonra da taburun önünde yürüyen gruba
alıyorlar. Yaşı büyük olduğu için sınıf atlatıp, 3. sınıfa kabul ediyorlar.
Bir yıl sonra öksüzler yurdunun müzik öğretmeni Mehmet Tahir, yurda bir
keman aldırtıp, Mehmet’ i kemana başlatıyor. Dördüncü sınıfta kemana
başlayan Mehmet, böylece, klasik müziğe de ilk adımını atmış oluyor.
Yıl 1925. Ankara’da Müzik Öğretmen Okulu kurulmuştur.
Türkiye’deki tüm öksüz yurtlarına, müziğe yetenekli, sesi güzel
çocukların, sınav sonucu müzik öğretmen okullarına yollanması için bir
bildiri yollanır. Adana Öksüzler Yurdundan dördüncü Sınıf öğrencisi Mehmet,
beşinci sınıftan Şaban sınava girerler. Mehmet sınavı kazanır, Şaban
kazanamaz. Okul Müdürü Mehmet’i çağırarak, “sen bir sene daha
bu okulda okuyabilirsin ama Şaban açıkta kalır, bu yıl onu kazanmış gibi
gösterelim, sen nasılsa seneye yine sınava girersin.” der. Mehmet
kabul eder. Gerçekten de kendisi giderse arkadaşı açıkta kalacaktır. Bir
yıl sonra, sınavı kazanacağından emindir Mehmet. Bir yıl sonra beşinci
sınıftan Mehmet ve Suphi girer sınava ve ikisi de kazanır. Kayıt işlemleri
için dosyalar Ankara’ya gider. Bu sırada, dönemin Savunma Bakanı
Recep Peker’den öksüz yurtlarına bir başka bildiri gelir. Bu
bildiride: “ okulu bitiren tüm çocuklar zorunlu olarak askeri
okullara girecek.” denmektedir. Ruhi Su o günleri de şöyle
anlatmıştı:
“Bize bunu duyurdular. Çok üzüldüm ama yerimi Şaban’a verdiğime
hiç pişman olmadım. Suphi, ben ve diğer arkadaşlarımla birlikte, İstanbul
Halıcıoğlu askeri Lisesi ne gidecektik. Yeniden müzik öğretmen okuluna
nasıl gideceğimi düşünmeye başlarken, askeri okula gitme hazırlıklarımız
başladı. Doktor kontrolünden geçtik. Göz muayenesinde az görüyormuşum
numarası yaptım ama, sağlam olduğuma karar verdiler. O ara isimlerimizden
dolayı, küçümsendiğimizin farkına varıyorduk. İsimlerimizi değiştirmeyi
veya ek bir isim almayı kararlaştırdık. Ökkeş, Durmuş, Cumali, Ali Merdan
gibi isimleri bırakarak “kibar” isimlerimizle İstanbul’a
Halıcıoğlu Askeri Lisesi ne geldik. Artık ben, Mehmet Ruhi idim. (…
İstanbul Öksüzler Yurdu öğrencileri bize yol gösterdiler. Beni kendi
yurtlarındaki Ahmet Muhtar Bey ile tanıştırdılar. Akşam oldu mu kantinde
toplanırdık. Ağabeyler “hadi Ruhi çal” derlerdi. Keman
çaldırırlardı. Bir akşam yine kantinde ağabeylere keman çalarken, okul
komutanı içeri girdi “ Ne yapıyorsunuz? Bu ne rezalet?” dedi.
Kemanı kaptığı gibi ayaklarının altına alıp, kırması bir oldu.
Birkaç gün sonra, okul komutanı beni çağırdı. Kemanın parasını vermek
isteyince, kabul etmedim. Çok üzülmüştüm. Aklım fikrim Müzik öğretmen
Okulu’na nasıl gidebileceğimdeydi. Buradan ayrılmanın yollarını
arıyordum. Bir gün, Ahmet Muhtar bey Ankara’ya gelebilir misin diye
sordu. Hiç bir şey düşünmeden gelirim dedim. Askeri Lise’ den kaçmaya
karar verdim. Kimliğim Müdüriyette idi. Arkadaşlarım aralarında para
topladılar. İki kimliği olan bir arkadaşım da kimliğinin birini bana verdi.
Yanımda sahte bir kimlikle bavulumu hazırlayıp, trene bindim. O zamanlar
trenlerde çok sıkı kontrol yapılırdı. Tam Polatlı’ya yaklaşırken,
polisler geldi, sorular sormaya başladılar. Nereye gidiyorsun, nerede
kalacaksın? Kimliğimi aldılar ve ‘yarın, merkezden gel al’
dediler. İstasyonda indim. Sırtımda koskocaman bir bavul, önce Ulus, sonra
Cebeci’ ye yürüdüm. Nihayet Müzik Öğretmen Okulunun önüne geldim.
Ahmet Muhtar beyi buldum. Beni görünce şaşırdı. Nasıl geldiğimizi sordu.
Kaçtığımı söyleyince derinden bir “eyvah” çekip, beni, Askeri
Liseler Müdürlüğü’ ne yolladı. Sırtımdan bavulu indiremeden oraya
gittim. Karşıma çıkan ilk yetkiliye durumumu anlatmaya başladım. Konuşmaya
başlamamla birlikte gözümden yaşlar boşandı. Masada bir albay oturuyordu.
Bir taraftan anlatıyor, bir taraftan da ağlamaya devam ediyordum. Albayın
da gözlerinin dolduğunun farkına vardım. Ama cevabı şu oldu: “Seni
kabul edersem herkes askeri okuldan kaçar.” Sen okuluna dön, oradan
dilekçe ile başvur.”
Ruhi büyük umutlarla gittiği o yolu iki inzibatla o akşam geri dönmek
zorunda kaldıKaçtığı için hemen hapse attılar. İki gün orada kaldı, ama
kaçtığına pişman olmadı. Müzik Öğretmen Okulu’na gitmenin yollarını
daha kapsamlı düşünmeye başladı. “O yıllarda, askeri okullara girme
isteği çok fazlaydı. Öksüzler Yurdundan gelen çocuklar da isteğe bağlı
olarak Gülhane Askeri Hastanesi’nde sağlık kontrolü yaptırıyorlardı.
Çürük çıkan olursa, başka okullara gönderiliyordu. Okul komutanına çıkıp,
beni hastaneye sevk etmesini istedim. Herkes askeri okullarda okumayı
isterken, benim müzik okuluna gitmek isteyişime şaşırıyorlardı.
Muayenelerim başladı. Göz muayenesinde, bütün harfleri yanlış okudum ama,
doktorlar öksüzüm diye acıyıp sağlam raporu verdiler. Oradan kulak
muayenesine gittim. Kulak doktoruna durumumu anlattım. İsteğimi tekrar
tekrar söyledim. Beni çürük çıkarması için yalvardım. Hiç unutmuyorum
“iltihap üzenesinden dolayı mektebe devam edemez” diye rapor
verdi. Çok sevindim. Arkadaşlarım ve ağabeyler Müzik Öğretmen
Okulu’na dilekçe yazdılar. Hazırlanmaya başladım. Okuldan dilekçeye
yerimiz yok alamayız diye cevap geldi.
Çürüğe çıktığı için, Askeri Okul ile ilişkisi kesilen, Mehmet Ruhi, Adana
Öksüzler Yurduna geri gönderilir. Adana Lisesi parasız bir okuldur. Önce
oraya girer, sonra da Öğretmen Okuluna geçer. Okulda teneffüslerde keman
çalmaya devam eder. O sıralarda Adana’da, bir sinemada sessiz filmler
oynatılmaktadır. Bu sinemada, küçük birde orkestra var. Filmdeki sahnelere
göre, bu orkestra müzik yapıyor. Orkestradaki Avusturyalı Ervix Adana
Öğretmen Okulunun da keman hocası. İlk klasik batı müziği parçalarını ondan
öğrenir Mehmet Ruhi.
Askeri Liseden Adana Öksüzler Yurdu’na dönüp, oradan da Öğretmen
Okuluna geçtikten sonra, aşık olduğu ebe–hemşire olarak çalışan bir
hanımla evlenir. Bir oğulları olur, adını Güngör koyarlar. Müzik Öğretmen
Okulu’na geçtikten sonra eşi de Ankara’ya tayin olarak, Numune
Hastanesi’nde çalışmaya başlar.
Eylül ayında, Ankara Müzik Öğretmen Okulunun giriş sınavı yapılacaktır.
Yine arkadaşları aralarında para toplarlar.“Ankara’ya gittim ve
sınava girdim. Sınavda ‘ne çalarsın’ diye sordular, ben de
“morsolar”parçalar) dedim. ‘Bir konçerto çal’
dediklerinde çok şaşırdım. Bu sözü ilk kez duyuyordum. Müzik imlası ve
armoni sözlerini de ilk kez duyuyordum.
Öğretmenlerden biri, sınava hazırlanmam için Vivaldi Sol Majör keman
konçertosunu verdi. Bir arkadaştan ödünç keman buldum. Bir otel odasında
gece gündüz çalıştım. Sınavı başarı ile verdim. Ulvi Cemal Erkin’in
‘Son sınıfa girerse zorlanır, bir sınıf aşağısına girmeli.’
teklifine, tüm öğretmenler katıldılar.”
Böylece Mehmet Ruhi, Müzik Öğretmen Okulu’na giriyor. Gündüzlü olarak
başarılı olursa, bir sene sonra yatılı olabilme koşuluyla… O ilk yılı
başarı ile bitirerek yatılı okumayı hak etti. O sene, tek hece olduğu ve
kolay söylendiği için Su soyadını aldı ve adı Mehmet Ruhi Su oldu.
Müzik Öğretmen Okulundan, Ankara Riyaseti Cumhur Orkestrasına seçilerek
orada çalışmaya başladı. Aynı zamanda müzik öğretmeni olarak da, İkinci
Ortaokul ve Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ nde çalışıyordu.
Mehmet Ruhi Su, konservatuarın opera bölümü öğrenciliğini sürdürürken, bir
hocası keman çalışmasının ses tellerine zarar vereceğini, sesinin zayıf
çıkacağını söyleyerek, bir tercih yapmasını istedi. Bunun üzerine, Ruhi Su,
kemanı bırakmak zorunda kaldı.
Devlet Konservatuarı’nda (1936–1942) opera sanatçısı olarak
çalışmaya başladı. 1945 yılında Opera Kanunu çıkınca öğretmenliği bırakmak
zorunda kaldı. 1952 yılına kadar Devlet Operası’nda çeşitli
operalarda oynadı: “Bastien Bastienne”, “Madam
Butterfly”, “La Boheme”, “Satılmış Nişanlı”,
“Fidelio”, “Maskeli Balo”, “Yarasa”,
“Figaro’nun Düğünü”, “Rigoletto”, “Aşk
İksiri”. En son “Konsolos” operasının provasındayken, göz
altına alındı ve tutuklandı. Opera yaşamı böylece noktalandı. Operada
çalışmaya başladığı yıllarda ilk evliliği de anlaşmazlık sonucu sona
ermişti.
Opera yaşamı, 1952’de son bulunca, türkülere ağırlık verdi.
Çocukluğunda başladığı türkü söyleme işine Öksüzler Yurdu’nda,
Öğretmen Okulu’nda, Müzik Öğretmen Okulu’nda, Askeri
Lise’de, Konservatuar’da ve Opera’dayken de hep devam
etmişti. Operayı çok seviyordu ama türkü söylemekten de hiçbir zaman
vazgeçmemişti. Opera çalışmalarından sonra, zamanını türkü söylemekle ve
derlemekle geçiriyordu. Konservatuarda türküleri, dinleyen hocalarından
Markovich, “Türk müziğinin bu kadar güzel olduğunun ilk defa farkına
varıyorum” demişti.Markovich zamanın Radyo Müdürüne Ruhi Su’dan
övgüyle söz etmiş. Onbeş günde bir Pazar günleri saat 10’da
“Basbariton Ruhi Su Türküler Söylüyor” anonsuyla sunulan radyo
programı böyle başlamış,1943–45 yılları arasında çok ilgi görerek
devam etmişti.
Ruhi Su’nun söylediği türkülerin çoğu, alevi deyişleri ve alevi
nefesleriydi. Ali İzzet’ ten ; ‘Bir Allah’ı Tanıyalım
Ayrı Gayrı Bu Din Nedir’, Pir Sultan Abdal’dan; ‘Gelin
Canlar Bir Olalım’, Muhyi’den ‘ Zahit Bizi Tan
Eyleme’ gibi nefesler söyleyen Ruhi Su’yu, alevi türküleri
söylüyor, komünizm propagandası yapıyor diye susturdular. O dönem, egemen
güçler, alevi nefesleri söylemekle, komünist olmayı eş anlamda
algılıyorlardı. Oysa olay, nefes ve türkülerin, toplumsal içeriğinin
şimşekleri üzerine çekmesiydi. Nefesler ve deyişler, ezilen Anadolu
halkının özünde güçlü bir silahtı. Alevi nefeslerini, alevi müziğini geniş
halk kitlelerine kararlılıkla ilk duyuran Ruhi Su’ dur. O Alevi
müziğinde, halkların yıllar süren başkaldırı mücadelesini görmüştür.
Bir gün, Mesut Cemil, Ruhi Su’ ya aleyhindeki söylentilerden söz
edip, ‘ Ruhi’ciğim seni harcamayalım, bu programa bir müddet
ara verelim.’ diyor. Ruhi Su, “Ben bu yolda harcanmaya
razıyım.” dediyse de, Mesut Cemil, Ruhi Su’nun radyodaki işine
son veriyor. Yıl 1945 –1946. O sırada Ruhi Su Ankara’da yedek
subaylığını yaparken aynı zamanda operada oynamaya devam ediyor. Dil ve
Tarih Coğrafya Fakültesi’nde ayrıca bir korosu var. Sonradan eşi
olacak olan Sıdıka Hanım 1946 yılında Ankara Üniversitesi Dil Tarih
Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’ne geliyor, dünya görüşleri
arasındaki yakınlık, türkülere karşı duydukları ortak sevgi, aralarında
güzel bir arkadaşlığın temellerini atıyor. 1950 yılı baharında Ruhi
Su’nun Sıdıka Hanımla arkadaşlığı, türküler temelinde filizlenen ve
uzun yıllar devam edecek olan bir aşka dönüştü. Her ikisi de,
birbirlerinin, o yıllarda sıkı takip altında bulunan TKP (Türkiye Komünist
Partisi) ile ilişkili olduklarını aynı sıralarda keşfettiler. İlişkileri
gelişmekteyken, geniş kapsamlı TKP tevkifatı başladı. Artık özgür ve güzel
günlerinin sonunun geldiğinin farkındaydılar. TKP tevkifatını izlemeye ve
sıralarını beklemeye başladılar. Bu arada Ruhi Su’nun korosu
kapatıldı. Sıdıka Hanım’ın fakültedeki hayatı zorlaştı. 1952
sonbaharında, 11 Kasım günü sabaha karşı Sıdıka Hanım’ın evine
polisler gelerek onu Birinci Şubeye, oradan da Istanbul’a, ünlü
Sansaryan Han’a götürdüler.
Aynı sıralarda Ruhi Su’nun da tiyatrodan bir arkadaşının (!) ihbarı
üzerine, opera binasından çıkarken polisler tarafından derdest edildiğini
ve kendisi gibi önce Birinci Şubeye, oradan da Sansaryan Han’a
götürüldüğünü Sıdıka Hanım ancak beş ay sonra öğrenebilecekti.
Sansaryan Han’ın en alt katındaki hücrelerden birinde beş ayı aşkın
bir süre kalan Ruhi Su, orada ağır işkence gördü. Tabutluğa kondu. Harbiye
Cezaevine getirmek için iyileşmesini beklemek zorunda kaldılar. Cezaevine
getirildiğinde, Sıdıka Hanımla görüşebilmek için nişanlanmaya karar
verdiler. Yüzüklerini takarlarken Ruhi Su tanınmaz bir haldeydi. Adalet
tarihimizin en karanlık sayfalarını oluşturan sistematik işkence
uygulamasının talihsiz kurbanlarından biri olan Ruhi Su, bu olayları hiçbir
zaman dile getirmedi. Uğradığı haksızlıklardan kendisine kahramanlık payı
çıkartmayı hiç düşünmedi.
Harbiye Cezaevi’nde üç buçuk yıl kaldılar. Haftada bir, ancak on
dakika görüşebiliyorlardı. Her gün resmi kanallarla, teskere yazısı
yazıyorlar, ayrıca gayri resmi kanallarla da mektuplaşıyorlardı. Hanım
mahkûmlar hayli uğraş verdikten sonra, her gün öğleden önce Merkez
Kumandanlığı’nın bahçesine, Jandarmalar eşliğinde hava almaya
çıkıyorlardı. Bahçeye çıkarken erkeklerin kaldığı koğuşların önünden
geçerlerdi. Erkeklerin koridorları bu bahçeye bakıyordu. Bahçede kalınan
süre içinde Ruhi ile Sıdıka pencereden yakılan ışıklarla ve bedenlerinin
devinimleriyle haberleşiyorlardı. Bu günlerin izlerine Ruhi Su’nun
bazı türkülerinde rastlamak mümkündür.
Hapishanede Ruhi Su’ya önce sazını vermediler. Bunun üzerine
tutuklulardan Faik Şekeroğlu, tahta paspas saplarınlardan ona bir bağlama
yaptı. İki sene bu bağlamayla çalıştı. Ancak iki sene sonra izin çıkınca
Ankara’dan bağlamasını getirtebildi.
Merkez Kumandanlığı Cezaevi’nde 156 kişiydiler. Hanımlar bir ara 17
kişi oldu. Tahliyelerle önce 7 kişi, sonra 2 kişi kaldılar. Biri Sıdıka
Hanım idi. Erkekler siyasi mahkûm olarak üç koğuştu. Koğuşlarda aralarında
eğlenirlerdi. Türküler söyler, şiirler okur, tiyatro oyunları sahneye
koyarlardı. Ruhi Su, bu arkadaşları arasından bir koro oluşturdu. Konserler
yaptı. Onlarla çalıştı. Onlardan türküler derledi. Türküler söyletti. Her
gün, ses egzersizi yapardı. Bunun için cezaevinin tenha köşelerini seçerdi.
Tuvaletlerde, aralıklarda çalışıp, arkadaşlarını bıktırmamaya uğraşırdı. Bu
arkadaşlarının, hiçbir gün şikâyet etmediklerini söyler, hapishane
arkadaşlarından hep sevgi ve minnetle söz ederdi. Tuvaletlerde ve
koridorlardaki çalışmalarını, türkü söyleyişini, kadınlar koğuşu da
dinlerdi. Yeni bir türkü öğrendiği veya bestelediği zaman çok yüksek sesle
söylerdi. Askerler, subaylar da şikâyet etmezlerdi. Kimbilir, belki onlar
da dinlemek istiyorlardı!
Mahkeme de aynı binanın içinde oldu. 1952 tevkifatı sanıkları için özel
mahkeme salonu yapıldı. İstanbul’un göbeğinde yattılar,
yargılandılar, açlık grevleri oldu. Basının kılı bile kıpırdamadı. Basın,
sadece tutuklamayı duyurmuştu. Ruhi Su ve Sıdıka Hanım beşer yıla mahkûm
oldular. Erkekler Adana Cezaevine, iki tutuklu kadından biri olarak kalan
Sıdıka hanımı Sultanahmet Cezaevi’ne gönderdiler.
Mahkeme sonuçlanır sonuçlanmaz nikâh muamelesine başlandı. Behice Boran ve
Eşi Nevzat Hatko, Su çiftinin nikâh şahitleri oldular.
Ruhi Su hapishanede, türkü çalışmalarının dışında, boncuk çantalar, tahta
kutular yaptı. Resim çalıştı. Portreler yaptı. Koğuşun penceresinden
ışıklarla haberleşmelerini anlatan motifler çizdi. Sıdıka Su, bu motifleri
nakışlayıp, kullanılır hale getirdi. Koğuşta ancak ellerine geçtikçe, kitap
gazete okuyabiliyorlardı. Her şey çok kısıtlıydı.
Ruhi Su, türküler üzerinde en verimli çalışma dönemini cezaevinde geçirdi.
Bestelediği türkülerin çoğu bu döneme rastlar. Ankara’dan
İstanbul’a Sansaryan Hanı’na gelişini anlatan türkü, “Bu
Nasıl İstanbul Zindan İçinde”dir “Mahsus Mahal” türküsü,
doğrudan Sıdıka Hanım’la ilgilidir. Tabutluktayken hazırladığı bir
türküdür. Ruhi Su’yu İstanbul’dan Adana’ya otobüsle
götürürlerken, ikişer kişiyi bileklerinden birbirleriyle zincire
vurmuşlardı. Tuvalete bile birlikte gitmek zorundaydılar. “Hasan Dağı
Hasan Dağı Eğil Eğil Bir Bak” türküsü, bu yolculuğun bir ağıtıdır.
Nazım Hikmet’ten Kuvay-ı Milliye Destanını, cezaevinde düşünmeye
başlamıştı. 1960 ‘tan sonra besteyi tamamladı. Şeyh Bedrettin
Destanı’ndan bir parça ve Üç Selvi’yi bestelemeyi ise 1974
yılına kadar tamamladı. Adana Cezaevinde, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın,
“Almanya’da Çöpçülerimiz” şiirini bestelemiştir.
Ruhi Su, Nazım Hikmet’in şiirini, besteleyen ilk sanatçıdır. 1950
yılında Süvarinin Türküsü’nü yapmıştır (Dört Nala Gelip Uzak
Asya’dan). Sonra Fransa’da Yves Montand, Nazım Hikmet’in
“Akrep Gibisin Kardeşim” şiirini besteledi. 1963’de Nazım
Hikmet’in ölüm haberi geldiğinde Ruhi Su “Kara Bir Haber
Geldi” ağıtını, bir türkü ezgisini yorumlayarak söyledi. Bu türkünün
sözleri Ruhi Su’ya aittir.
Operada iken, “On Beşlere Ağıt” ve “Baladız
Destanı” nı yapmıştı. (ezgi ve söz Ruhi Su) İşte, hapishanede
işkenceyi bu türküler için gördü.
1958 yılının Haziran ayında tahliye oldular. Ruhi Su, sürgün yeri olan
Çumra’ya gönderildi. Sıdıka Hanım Ankara’ya mevcutlu olarak
gitti. Ruhi Su Çumra’da ucuz bir otele yerleşti. Eşi ailesinin
yanında kaldım.
Ruhi Su, Çumra’ya hemen uyum sağladı. Çumra halkı ona ilgi duyuyordu.
Radyodaki haberleri, parkta dinliyor, türkü programlarını kaçırmıyordu.
İnsanlar yanından geçerken, ‘Üzülme bu da geçer.’ diyorlardı.
Sıkı sıkı iş arıyor, Ankara’ya nakli için çalışıyordu. Yazdığı
dilekçelere ret cevabı geliyordu. Emniyet Genel Müdürü Kemal Aygün, Ruhi
Su’nun naklini istemiyordu. Çumra savcısı ve hâkimi ise onu
Ankara’ya göndermeye uğraşıyorlardı. Savcı, Ruhi Su ile iyi ilişkiler
içindeydi. Ondan cura dersi alıyordu. Her sabah otele uğruyordu. Mutlaka
naklini yaptıracağını söylüyordu. Ruhi Su’ya Çumra cezaevinde bir de
konser verdirdi.
Çumra’da Ağustos sonuna kadar kaldı. Sonunda savcı İstanbul’a
naklini yaptırmıştı. O da, savcıya ve Çumra halkına, istasyondaki bir
salonda coşkulu bir konser verdi. Çumra halkı salonun dışına taşıyordu.
Herkes ondan yana olduğunu, nakli için el altından yardım ettiğini
anlatıyordu. Ruhi’yi ertesi gün yolcu ettiler.
Böylece Ruhi Su, Kemal Aygün’ün muhalefetine rağmen Ankara’ya
geldi. Ankara’da dostu Celal Cündoğlu, Etimesgut’ta Su ailesine
bir işçi lojmanı verdi. Bu lojman, Etimesgut’a 2 km uzaklıktaydı. Bir
tarla ortasında, elektriği ve suyu olmayan, kerpiçten yapılmış, iki oda bir
sofa ve tuvaletten ibaretti. Mevcut eşyalarıyla (bir gaz sobası, bir kilim,
birkaç parça kapkacak) lojmana yerleştiler. Celal Cündoğlu ayda 100 Lira da
para veriyordu. Sümerbank basmalarıyla perde yaptılar, aynı basmalarla,
Ruhi Su nun tahta ve mukavvalardan yaptığı dolapları da kapladılar. Çok
şirin bir evleri oldu. Sabahları Ruhi, su getiriyor, banyo işini leğende
hallediyorlardı. Artık alabildiğine özgürdüler! Yalnız, her sabah ve akşam
2 km yürüyor, jandarmaya imza vermeye gidiyorlardı. Ruhi türkü söylüyor,
çalışıyor, keyfi yerinde. Konuklar kabul ediyoruz.
İş aramayı hiç bırakmadı. Kemal Aygün ona türkü söyletmemekte kararlıydı.
Ama bir iş bulunması da şarttı. Sıdıka Su hamileydi. 1959 Nisanında Ilgın
geliyordu. İsmi çok önceden konmuştu.
Etimesgut’tan bazen trenle, çoğu zaman da otostop yaparak
Ankara’ya gelirlerdi. Ankara onlar için sürprizlerle doluydu.
Kendilerini çok iyi karşılayacağını umdukları arkadaşları, son derece soğuk
davranırken, hiç ummadıkları insanlardan sıcak ilgi görüyorlardı.
Ruhi’yi operaya elbette kabul etmediler; ama o her gün operanın
önünden yürüyerek geçmekten kendini alamıyordu. Bir heyecan yaşıyordu.
Rastladığı arkadaşları ise konuşmazlar, selam bile vermezlerdi.
Beş yıl aradan sonra bir gece, Ruhi Su ilk kez bir tiyatroya gitti. Arthur
Miller’in bir oyunuydu: “Satıcının Ölümü”. Oyun
bittiğinde Ruhi Su öyle heyecanlanmıştı ki, oyuncuları kutlamak için kulise
gitmek istedi. Ama ne yazık ki bu coşkusu çok kısa bir süre içinde derin
bir hayal kırıklığına dönüşecekti. Önce Cüneyt Gökçer ile karşılaşmış,
Cüneyt Gökçer, Ruhi Su’yu karşısında görünce neredeyse geri adım
atacak olmuş. Ruhi Su ısrarla elini sıkmış ve kutlamış ama bir sanatçının
bir sanatçıya reva gördüğü bu kaba ve duyarsız muamele onu çok kırmıştı.
Ruhi Su, kendi kuşağı tarafından, siyasi kimliği dolayısıyla çoğu kez
dışlanmakta, bunun acısını derinden duymaktaydı. Genç kuşak opera
sanatçıları ise ona saygıda hiçbir zaman kusur etmemişlerdir.
İşsizlik devam ediyordu.. Mehmet Kemal yardım amacıyla bir basın balosu
düzenlemek, bu baloda Ruhi Su’ya türkü söyletmek istedi. Ama Ankara
valisi Kemal Aygün engelledi. Siz dedi, “Ruhi Su’nun itibarını
iade etmek mi istiyorsunuz?”
O sıralar cezaevinden çıkan bazı arkadaşları, bir nakliye şirketi
kurmuşlar, Ruhi Su ’ya sen de biraz para bul, ortak ol demişlerdi.
Celal Cündoğlu bir miktar para vererek gene yardımcı oldu. Ama arkadaşları
sözlerini tutmadılar. Yazıhanede oturması için anlaştıkları halde Ruhi
Su’ya eşya taşıttılar. Ama iş, işti. Ruhi Su bundan hiç gocunmadan,
sırtında eşya taşıyarak evine ekmek götürebiliyordu hiç olmazsa.
Emniyet nezaretinin son günleriydi. Atıf Yılmaz, Osman Karaca ve
arkadaşları Ankara’ya gelmişlerdi. Ruhi Su’nun eşya taşıyor
olması onları üzmüştü. Mutlaka bir şeyler yapılmalıydı. Cezanın bitiminde
Atıf Yılmaz, “Karacaoğlan’ın Karasevdası” filmini
çekecekti. Ruhi Su’yu Adana’ya bu filmin müziği için çağırdı ve
Ruhi Adana’ya Çığşar yaylasına giderek çalışmalara başladı. Türküler
derledi. Karacaoğlan’a ait derlediği türküleri bu filmde söyledi. Bu
film için koro oluşturdu. 40 gün Adana’da kaldı. EşiAnkara’da
idi. Oğlu Ilgın 2 aylıktı. Ruhi Su film çekimi bitince, Taksim Gazinosunda
sahneye çıkmak üzere İstanbul’a gitti. Bir ev kiralayarak, 2 Mart
1960 ‘daailesini yanına aldı.Bu tarihten sonra türkü söylemeyi
kulüplerde sürdürecekti. 27 Mayıs devrimi kulüplerde yabancı sanatçı
çalışmasını engellemiş, yerli sanatçılara olanak tanımıştı.Bu arada Yapı
Kredi Bankası’ndan, Kazım Taşkent tarafından kendi adına bir kulüp
kurması için bir teklif aldı. Ruhi Su, bunu yapamayacağını, ancak yine aynı
bankanın düzenlediği halk oyunları şenliğine gelen ekiplerin müziklerini
banda alıp, notaya aktararak bir arşiv oluşturabileceğini, böylelikle,
bankanın da daha yararlı bir işe yatırım yapmış olacağını söyledi.
Çalışmalara başladı. Beş yıl sürdü bu arşivleme. Notalar basıldı, bir kitap
çıkacaktı. O ara, Ruhi Su “Bitmeyen Yol” adlı filimde bir türkü
söylemişti. “Serdari Halimiz Böyle N’olacak Kısa Çöp Uzundan
Hakkın Alacak” Dünya gazetesinde, o dönemin ünlü fıkra yazarı Bedii
Faik, “Kulaklara Kurşun Gibi Akan Ses” diye bir fıkra yazdı.
“İş adamlarımız uyuyor mu?” diye Ruhi Su aleyhine bir kampanya
başlattı. O sıralarda iktidara Demirel geçmişti. Kazım Taşkent, Ruhi
Su’yu çağırdı. Bedii Faik’in yazısından sözetti; “Sen
artık bütün aletleri ve notaları alıp, evinde çalışsan” gibi bir
teklif getirdi. Ruhi Su bunu kabul etmedi. “Anlaşıldı. Siz yeni
iktidara göre yeni adımlar atacaksınız” dedi ve her şeyi bırakarak
çıkıp gitti. Neden sonra, bir de baktı ki beş yıl boyunca onca emek vererek
derlediği, notaya aktardığı halk türküleri, Yapı Kredi Bankası tarafından
kitap olarak Sadi Yaver Ataman adıyla çıkarılmış.
İşte Ruhi Su, buna çok, ama çok sinirlendi. Sadi Yaver’e “ Bunu
nasıl yapar, nasıl kabul edersin?” diye sordu. Sadi Yaver,
“Haklısın bu senin emeğin. Ama böyle istediler” dedi. Bu
sözleri mahkemede de tekrarladı ve Ruhi Su böylece davayı kazandı. Tazminat
istememişti, ama ikinci baskı Ruhi Su adıyla çıkacaktı. Yapı ve Kredi
Bankası ikinci baskıyı hiç yapmadı. Bu kitap, ölümünden üç yıl sonra, Ruhi
Su imzasıyla, Kültür Bakanlığı’nın katkılarıyla çıktı.
Kültür ve sanat dünyamız; onurlu, inançlı ve ödünsüz kişiliğiyle örnek bir
aydın portresi oluşturan, tüm engellemelere rağmen, yeteneği ve sanatının
gücü ile adını ülkemiz sınırları dışında da duyuran bu çok değerli
sanatçısını 20 Eylül 1985’te kaybetti. Hastalığına prostat kanseri
teşhisi konulduktan sonra, 73 yaşındaki sanatçının yurtdışında tedavisi
için girişimlerde bulunuldu. Ne var ki yetkililer, hiçbir gerekçe
göstermeksizin, sanatçıya pasaport vermemekte direndiler. Ülkemizin ve tüm
uygar ülkelerin aydınları, sanatçıları, bu insanlık dışı, anlamsız ve utanç
verici direnişi kırmak için seferber oldular. Nihayet kapılar açıldı, Ruhi
Su’nun tedavi amaçlı olarak ve yalnız bir defaya mahsus olmak üzere
yurtdışına çıkmasına izin verildi. Ama artık çok geçti. Ruhi Su artık ölüm
yolculuğuna hazırlanmaktaydı. Yaşamı boyunca hiçbir lütfundan
yararlanmadığı devletin isteksizce lütfettiği bu pasaporttan da
yararlanmadı… Yararlanamadı. Hastalığının adamakıllı ilerlediği ve
kendisini güçsüz düşürdüğü günlere kadar sazını ve türkülerini bırakmayan
Ruhi Su’nun adı çoktan ölümsüzleşti. Ama İsmail Cem’in dediği
gibi: “Ona hasta yatağında bir pasaportu fazla görenlerin ismini
duyanınız var mı?”
Yaşamı boyunca hiç yılmadı. Hapishanenin ağır koşulları, engellemeler,
yasaklamalar, hiçbir şey Ruhi Su’yu türkü söylemekten, türküler
üzerinde aralıksız düşünmekten, çalışmaktan, korolar oluşturarak
türkülerini öğretmekten, olanak bulduğunda konserlerde, olanak verilmediği
zaman da dost evlerinden, gece kulüplerine kadar, elverişli-elverişsiz her
ortamda türkülerini söylemekten alıkoyamadı. Türkülerinin anlam ve içeriği,
dünya görüşünü biçimlendirmekte, dünya görüşü, türkülerini seçip
yorumlamakta belirleyici etken oldu. Halkla ilişkilerini sevgiyle
besleyerek diri tuttu. Ne sanatından en küçük bir ödün verdi, ne de sağlam
dünya görüşünden. Kendini sanatına, sanatını halkına adadı. Onunki, bir
sanat işiydi, eğitimle, bilgiyle, kültürle, bilinçle bütünleşmiş bir
söyleyişti. Bu söyleyişte, dünyaya ve insana bakış açısının önemi
büyüktü.
Kaynak:
http://turkukorosu.iku.edu.tr/____________________
Türküler..
Cennet kadar sır, insan kadar zahir.