Yalnızlık ve
kimsesizlik duygusu
Kendi yalnızlığımı keşfettiğim bir gündü. Daha doğrusu kendimle olan
yalnızlığımı gördüğüm ilk gündü…
İnsanlarla dolup taşan bu dünyanın içinde yalnız kalmak garip olsa da ben
kendi yalnızlığımı yaşamaktaydım. Oysa onca zaman kalabalıkların arasındaki
gizli yalnızlığım beni yanıltmıştı.
Şimdi yalnızım, yapayalnız, kimsesiz ve çaresiz. Bu duyguyu taşımak o
kadar ağır geliyor ki… Ne yapmalı, nasıl yenmeliydim bu duyguyu?
Peki, ama bunca zaman beni kahreden bu duygu, yalnızlık mıydı yoksa
kimsesizlik mi? Ben mi insanlardan uzaklaşmıştım yoksa insanlar mı benden?
Sanki yok gibiydim, varlığımı hissedemiyordum.
Benim yalnızlığım varoluşumdaki gerçeği görememekten mi ileri geliyordu
yoksa? Öyleyse önce varoluşumdaki gerçeği yakalamalıydım, yani kendimi
bulmalıydım.
Yalnızlığın limanına sığınmış, kalabalıkların arasında kaybolduğumu
sandığım bir anda elimden tutup beni bu duygudan kurtaracak bir ses
duymuştum:
"İşte burada yalnızlık gömülmeli! Yalnızlık dediğin nedir? Uzat ellerini
uzatabildiğin kadar uzaklara ve aç artık gözlerini, bak bakabildiğin kadar
derinlere. İşte o vakit yalnız kalmadığını, yalnız olmadığını göreceksin.
Her nefes alıp verişinde, attığın her adımda, her yürek atışında bir sen
var senden ötede. Onu bulduğunda göreceksin yalnız olmadığını. Akan güzel,
giden güzel. Bir ömür akıyor her gün, giden ömür güzel. Hayatta ne oluyorsa
o güzel. Belki de ölüm bunun için güzel."
Ölümü dahi Allah'a kavuşmak olarak algılayabilmek. Hayatta her şey
olabilir, çünkü burası dünya ve yalan değil; şu anda biz buradayız ve bu
gerçek, diyordu bir ses. Peki, ama kimdi bu sesin sahibi? Yalnızlığın
limanına sığındığım, kaybolduğumu sandığım bir anda karşıma çıkan ve
haykırışlarıyla ruhumu uyandıran bu sesin sahibi kimdi?
Ruhum dirilişe durmuştu âdeta. Hayatıma öyle bir anda girmişti ki, çabuk ve
âniden.
Ben daha onu tanımadan o beni tanımıştı ve anlamaya çalışmıştı. Sonra da
beni bana anlatmaya başlamıştı. Beni hiç kimse bu kadar tanıyamaz, böyle
tanımlayamaz, anlatamazdı. Ben, kendi yokluğumu sorgularken, yok olmadığımı
ve hiçbir şeyin yok olmayacağını; fakat dünya dediğimiz bu âlemde her şeyin
olabileceğini söyleyen bir sesti bu…
Bu dünyanın ve içindeki canlı–cansız tüm varlıkların gerçek oluşunu
anlatıyordu. Aslında bu yokluk, kendimi onca kalabalığın arasında yalnız ve
kimsesiz görmemdi ve ben bu yokluk duygusundan kurtulmalıydım. Bana bir güç
lâzımdı. Çünkü kendi gücümü göremiyordum.
Her şey üzerime geliyordu, hiçbirini kabul edemiyordum. Dış dünya ile
ruhum arasına kırılması âdeta? imkânsız olan bir kabuk oluşturmuştum. Tüm
kapılarımı insanlara kapatmış ve her bir kilidini uçsuz bucaksız deryalara
atmıştım. Kendi yalnızlığımda bocalamayı tercih etmiş ve kaçmıştım diğer
tüm varlıklardan.
İnsan bazen tam uç noktalarda gezinir de kendi eliyle kendisini ateşe atar
ya… İşte benimkisi de öyle bir andı. Ölüme koşan insanlar gibi en
uçlarda, uçurumun en uç çizgilerinde geziniyordum.
Belki de tarif ettiğimden daha ağır bir anda çıkıvermişti o esrarengiz ses
ve uyandırmıştı uyuyan ruhumu. O sesle keşfetmiştim kendimi. Sonra tüm
âlemi… Ve öyle bir yol açmıştı ki:
neten
"Sonu belli, başı belli