Site kurucusu Cevaplar: 987 kayıt olmuş: 11/9/2006 Durum: ÇevrimdışıCinsiyet:
|
|
Yazılış Tarihi: 28/8/2008 Saat 23:22 |
|
|
Zaman, geceyi okşuyordu; bense, üşüyordum kimsesizliğimde...
Sıradanlığımın üzerime kurşun misali çöktüğü gecelerde, sensizliğe türküler
söylerdim. Çıkmaz sokaklardaki asudeliğim, asabımın gereğidir.
Hükmünde şafaklara yazdım, gün ötesi bölünen uykularımın tedirginliğini...
Ne bıraktığın solgun bir buse, ne de kucağında harmanladığın amade
sarılışın koydu, sırtını dönüp giderken suratıma astığın zoraki tebessümün
kadar!
Sahi, bu kadar uzaklaşmış mıydık?
Zaman, geceyi okşuyordu; bense, üşüyordum kimsesizliğimde...
Nabzınla gelip giden hayallerim yarınlara süzülürken, mısraların en
güzelini toplardım, o günahına sarıldığım gözlerinden...
Güneşinde erir, nefesinde ruhumu verirdim. Bir bardak demli çayına efkâr
satardım, huysuzluğumun yangınlarında...
Gözlerim, gözlerine hapsolur, sıkılgan yüzsüzlüğüm kapına vururdu.
Benliğim, bir serseri sarhoşluğunda kudururdu...
Sen, yine kendi bildiğini okuyor olsan da ben hala seni okuyorum; anlamsız
şiirlerimin anlamlı hecelerinde...
Zaman, geceyi okşuyordu; bense, üşüyordum kimsesizliğimde...
Bir kum saati telaşına yenik düşerken savrulmuş gençliğim, bir gül
nezaketinde umutsuzluğum, çorak bedenime yağmur olur, bulut bulut...
Kurumuş bir daldan arta kalan gözyaşlarım, gühahkâr rüzgarında uçuşurken,
nice ömre sığmayan huzuru kucaklarım, dolu dolu boş aldığım
keşmekeşliğinde...
Başak başak saçlarından topladığım fidanlar, dağ misali geniş omuzlarıma
örtün olsun, şifa niyetine... Melekler utanır ey sevgili, ettiğine!
Zaman, geceyi okşuyordu; bense, üşüyordum kimsesizliğimde...
Mum titrekliğine muhtaç olan bu şehrin her karanlığına, hüznünden uzak
çığlıklarım yazılırken, sen beni yine yalnızlığıma bağışlıyordun...
Sahiller boyu kum tanelerine saklanan utangaçlığım, çocukluğumun ve
çocukluğunun yaşanmamışlıklarının ızdırabını resimlerdi. Hırçınlığın,
nefsimi uçurumlara yürütür, sarmaşıklara bürünen ruhsuzluğun ve
duygusuzluğun kıskanç avareliğimi yerlerde sürütürdü, medlere tezat
tutarsız gelip gitmelerimde...
Yine sabır tazeliyorum!
Zaman, geceyi okşuyordu; bense, üşüyordum kimsesizliğimde...
Şimdilerde mutluluğun pençesinde kıvranırken bedenin, en güzel tebbessümü
ben uğurluyorum sana, yine kalemsizliğimde...
Sessizliğe açılan pencerelerde, çekilmiş perdelere sinmiş dik başlılığım,
senin meçhûle ramın ile nezaketimi kanat kanat mavi göğe yükseltir,
yaşadıklamızdan sonra...
Muhabbet kuşları yoldaşın olsun, kahrımı adımladığın, sonu gelmez
yollarında! Malumundur, bu şehir yine bana emanet... Bari sen kurtul, git
buralardan! ..
Zaman, geceyi okşuyordu; bense, üşüyordum kimsesizliğimde.
Anonim. :t: :t: :t:
____________________ Dört Sey Geri Gelmez Atılan Ok, Söylenen Söz, Kacırılan Fırsat ve Gecen
Zaman ...
|
|
Site kurucusu Cevaplar: 987 kayıt olmuş: 11/9/2006 Durum: ÇevrimdışıCinsiyet:
|
|
Yazılış Tarihi: 28/8/2008 Saat 23:25 |
|
|
Sen -di li geçmiş zamanım...
Bazen hüzünse yaşamak, gölgenin hüznüme
düşüğü yerdeyim..."
Parmak uçlarımdan kağıda sızan susup,
yuttuğum iç çekişlerim. Sensizken sessizim ki
yokluğunda bütün seslerim ıpıssız.
Dilimin darağacında kurşuna dizdiğim cümleler
senin, sustum, sustuğum bütün kelimelerden seni kustum.
Boynu bükük paragraflar dizdim kağıtlara, yetim
kalmış mısralar karaladım.
Satır satır seni kanadım, elim yüzüm
kıpkızıl, anlatmak istedim ayrılığa
çıktı bütün kelimelerim...
Sen -di li geçmiş zamanım...
Başımda avuçlarım, avuçlarımda aklım
içinden seni ayıkladım, içime terledi
gözyaşlarım, yutkun(a)madım. Yüzüme vurdu
yalnızlığımı yüreğim,
kırıldım, kırıldıkça kırka
yarıldım, topladım senden kalan kırk parça
kırığımı yerine yamadım.
Aklımdan ayıkladığım senimi yanıma
aldım, ne soğuk işledi içime, ne yağmurdan
ıslandım, Ay'ın aydınlatamadığı
sokakları bir bir adımladım. Kaldırım
taşlarıyla oyun oynadım ;
"seviyor-sevmiyor"
"özlüyor-özlemiyor"
"dönecek-dönmeyecek"
dönmeyeceğini söyleyen dönemeçte meyhaneye
rastladım. Kapıyı araladım, şöyle gözden
uzağa iki kişilik bir masa ayarladım. Her yerimden
çıkarıp seni karşıma aldım. Bir kadeh sana,
bir kadeh bana rakıyı ısmarladım;
içtim - seviyor
içtim - sevmiyor
içtim - özlüyor
içtim - özlemiyor
içtim - dönecek
içtim - dönmeyecek
her yudumda biraz daha arttı hasretin özlemin gözümden
aktı, ağladım.
ağladım-bağırdım
bağırdım-ağladım
bütün şarkıları sana adadım;
Durma haydi şöyle derinden çal kemancı
" hangi kapıyı çalsam, elimde buruk acı"
Dilim lal oldu karşında konuşamadım, sustum,
sustuğum her kelimeden ayrılık kustum;
"Ben artık en hazin şarkıların güftesindeyim
idama mahkum edildi bu yürek yine
kalemi kırık bir aşkın son demindeyim..."
Bir yanımı efkar bastı, öbür yanım zaten
sarhoş. Hayaline daldı gözüm,
ayır(a)madım.
Ayrılığın hesabını ödeyip usulca masadan
kalktım, kolumu yavaşça koluna taktım.
Aydınlanmamış ıslak sokaklarda sabaha bir adım
daha yaklaşım. Her adımda sen,
her adım sen, adım sen, sen, bomboş kaldırımlarda
bir sen bir de ben.
____________________ Dört Sey Geri Gelmez Atılan Ok, Söylenen Söz, Kacırılan Fırsat ve Gecen
Zaman ...
|
|
Site kurucusu Cevaplar: 987 kayıt olmuş: 11/9/2006 Durum: ÇevrimdışıCinsiyet:
|
|
Yazılış Tarihi: 28/8/2008 Saat 23:30 |
|
|
Daha fazla yabancı ölmek istemiyorum sana..
İyilikten, saflıktan ulaşamadım kendime burada…
Burası durmadan hızlanan bir kent. Burada sonsuz arzu
çarpışır. Sonsuz acı… Sonsuz
hırs…
En başlarda ne istedim tam bilmiyorum. Ama öyle açık ve
duruydu ki gördüğüm herşey, nereye ve kime baksam
beni kendisine inandırıyordu. Henüz içimde bir
başkası yoktu. İçimde benden ayrı, bana
karşı bir ses yoktu. Gidemediğim yerleri mutlu
özlerdim, çünkü gitmesem bile bilirdim ki oraları
da benden bir parçaydı.
Çok az ve usulca konuşulurdu.
Çünkü sessizlik vardı ve ve bu sessizlikte en
küçük sesler bile çabucak yayılırdı
heryere. Sessizlik kutsaldı, çünkü bütün
sesleri o saklardı koynunda.
Evlerin önünde küçük bahçeler vardı.
Geceleri ışıl ışıl yanan küçük
düş ağaçları vardı. Herşey bizim
için yaratılmışı sanki,
göründüğü gibi olan ruhumuza göre. Geceler
gündüzlere usulca sokulurdu. Yavaşı herşey.
Çok yavaş…
Kutsal ve sonsuz bir aynaydı gökyüzü. Kendisine
içtenlikle ve sabırla bakanların ismini
sayıklardı…
O zaman da vardı kötülük ve şiddet… O zaman
da vardı yalan ve sevgisizlik… Ama yavaş dönerdi
dünya. Garip, kutsal bir sessizlik vardı heryerde.
Utanırdı kötüler yaptıklarından.
Pişmanlık duyulurdu her yalandan sonra.
Sanki mecbur kalındığı için sevgisizdi insanlar.
Top oynardık mezarlıklarda. Ölüler dünyanın
en sevecen insanlarıydılar. Hayatı onlar sevdirirdi bize.
Aynı güneşin altına uzanırdık birlikte.
O zaman bir tek kalbim vardı benim. Gözlerim bana aitti nereye
gitsem. İçimde kendi sesimden başka hiçbir ses yoktu.
Hayatın o dinmeyen ağrısıyla hatırlardım
kendimi. Susar dinlerdim. O ağrıyı incitmemeye
çalışırdım. Kaçmazdım ondan. Bilirdim ki
istesem de kaçamam ondan.
Güneşin doğuşu ya da batışına nasıl
saygı duyuyorsam ona da öyle derin bir saygı
duyardım…
Toprak, içimde sakladığım halde
ulaşamadığım sevgiliydi… Kendimle değil,
toprağın sırrıyla yarışırdım.
Kendimden değil, toprağın sırrından
ürkerdim…
Bu ürküntüyle barışmak için sık sık
toprağa yüz sürerdim. Koklardım onu. Çıplak
bir hazla yürürdüm üzerinde. Kalbimin üzerinde
yürür gibi…
Sonra sular geliyor aklıma. Aktıkça yüzün gibi
aydınlanan sular. İlk orada hatırlıyorum seni.
İçimde henüz başka bir ses yokken. Kalbim ve
gözlerim sadece bana aitken…
O suların peşinde, hayatımın peşinde,
yüzünün peşinde…
İlk orada akıp giden sularda seninle kendimi gördüm. En
çok sende sevdim kendimi. Akıp giden sularda. İlk kez sende
gördüm özlemlerimi…
Akıp giden kalbimi… O parçalanmış ve sadece sana
ait benliğimi ilk kez sende gördüm…
O yavaşça dönen dünyayı, bütün sesleri
içinde saklayan o kutsal sessizliği… Kendisine sabırla
ve içtenlikle bakanın adını sayıklayan o sonsuz
gökyüzünü…
Gökyüzünün el verdiği o küçük
düş bahçelerini…
Toprakla sular arasındaydı kalbim. Bu yakınlıkta ne
varsa, bu sır nereye varacaksa görmek isterdim.
Çünkü öyle inanırdım ki kendime, nereye
baksam seni görürdüm. Toprakla sular arasında giderek
aydınlanan yüzünü.
Dalgaların aydınlığı vururdu terkedilmiş
evlere. Bir kapı açılır, içeri
üşümüş bir ışık girerdi.
Dışarıda bir sonsuzluk kimsesiz yanardı. Bir ceset
vururdu sahile, ömrüm olurdu yorgun ve ıslak
saçları…
Sen olurdun yüzünü saklayan herkes… Sonra… Sonra
biterdi toprak… Akmaz olurdu sular. Kirlenirdi o kutsal
sessizlik… Düş ağaçları kesilirdi…
Seni bekleyecek yer bırakmazlardı bana…
Sürüklerdi beni peşinden hızlanan dünya, bu
durmadan hızlanan kent…
Sürüklerdi beni kalbimden ayrılan ikinci kalp,
sürüklerdi beni gözümden ayrılan ikinci
göz… Ruhumdan ayrılan öbür ruh,
sürüklerdi beni…
Artık bu kent o kent değil, bu kalp o kalp değil, bu
gözler o gözler değil…
Seni sevdiğine inandığım o insan bu insan
değil…
Burada gidilecek hiçbir yer yok. İnsan en fazla o öbür,
o yalancı kalbine çarpıyor… Burada insan en fazla o
sahte gözünü hissediyor içi acıyarak…
Ne kadar sevse de dünyanın bütün sevgisizliğini
üzerine alıyor burada insan… Hep
başkalarının sahte yasını tutuyor…
Burada her sabah, her akşam insan yeniden, hep yeniden
başlıyor hayatına. Sanki hiç yaşanmamış
gibi, hiç gidilmemiş gibi, hiç ders alınmamış
gibi… Burada insanın yalan yüzü değil, o en
derinde sakladığı kalbi kararıyor önce…
Artık burası herhangi bir kent: Kalabalık, doyumsuz,
aceleci, konuşkan, acımasız, telaşlı unutkan,
intikam dolu ve hep kaybetmiş…
Burada sistem, kirletilmiş arzularla içimize, beynimize
sızıyor, o “kurtarılmış beyin
hücrelerimize”. İşe sevgiyi, yitirdiğimiz ve
özlediğimiz aşkımızı, işe en derinde
yatan insanlığımızı aradığımız
yer burası…
İşe seni aradığım yer burası: Herşey
satılık burada, herşey ambalajlı. Sevgi, umut,
ütopya, başkaldırı, inanç, ölüm,
farklı hayatlar…
Herşey, herşey satılık burada.. Burada herşeyin
bir fiyatı var… Burası durmadan hızlanan bir
kent…
Aşk bile burada serbest piyasa kurallarına
bağlı… Sahte bir kalple peşinden koşuğum bu
dünya seni bana anlatmaz, artık biliyorum…
Burası benim önümden koşan bir kent…
Burada ikinci kalbimle, ikinci gözümle, ikinci benliğimle
yarışıyorum. Burada kendimle amansız
kavgalıyım…
Seni sevdiğim kadar sevmedim bu hayatı, inan… Ne olur bir
tek buna inan…
Çünkü sende gökyüzüm var. sende sonsuz
yağmurlarım, kutsal sessizliklerim var…
Sende o küçük düş ağaçlarım
var… Affet bu küçük
insanlığımı… Affet peşinden geldiğim bu
kenti… Affet o derin doyumsuzluğumu…
Göremedim affet, sen bu kentte denizden çıkan bir cesettin.
O yorgun ve ıslak saçları ömrüm olan bir
ceset…
Affet beni… Gidilecek başka bir yer yokmuş bu
kentte…
Toprakla akan su arasındaki yüzünden başka…
İşe bunu öğrettin bana… O sessiz, o kutsal
yüzünle bana bunu öğrettin.
Bu kentte aşk olamayacağını… Beni kendine
çağırdın. Akşamın o ıstıraplı
eşiğine…
Son bir umutla sana sarılıyorum sevgili.
Dünya nereye giderse gitsin, bir tek sen kaldın bu kentte,
birtek sen kaldın içimdeki iyilik yüzünden
utandırmayan beni…
Ben bu dünyadan kaçtım ve gidecek başka yerim
yok…
Burası içimi kanatarak hızlanan bir kent…
Bir yanım ölü, bir yanım sen…
Sevgiliysen tanı beni, bil öyleyse…
Dediğin gibi sevgili, daha fazla yabancı ölmek istemiyorum
sana….
Elveda..
Anonim.
____________________ Dört Sey Geri Gelmez Atılan Ok, Söylenen Söz, Kacırılan Fırsat ve Gecen
Zaman ...
|
|
Junior Member Cevaplar: 74 kayıt olmuş: 22/5/2008 Durum: ÇevrimdışıCinsiyet:
|
|
Yazılış Tarihi: 2/9/2008 Saat 10:50 |
|
|
GüZEL
Güzel
ölüm daha kolaydır sevmekten
der ya Aragon
Anla ki ölüme benzer seni sevmek
Sözcükler ki alevdir
Ve karadır şairlerin hayatları
Hem nice şiirlerde nice aşklarda
Tarar saçımızı ölüm.
Aşk ki bazan solgun bir ilçedir
Sürdürür derinliğini
Neden "en çok" acı ustası şairlerdir
En çok taşırlar çünkü aşkları.
Ben ki yatağımdan tedirgin bir suyum
Besbelli ki aşka ve ölüme çalışıyorum.
İlhan Berk
|
|
Junior Member Cevaplar: 74 kayıt olmuş: 22/5/2008 Durum: ÇevrimdışıCinsiyet:
|
|
Yazılış Tarihi: 2/9/2008 Saat 10:53 |
|
|
Kendine Benim İçin Bir Gül-ü-ver
Şeyda Işık
Bir varmış bir yokmuş diye başlar masallar. Develer
tellal, pireler berber olur; üç elma düşer gökten.
Devler mi istersiniz, peri kızları mı; “açıl
susam açıl” dendiğinde açılan kapılar
mı!
Bu gün de, “Dünya Masalları” arasında
herkesin bildiği; dedelerin torunlarına, torunların
çocuklarına anlatadurduğu bir masalın günü:
Dünya Barış Günü.
Kocaman, büyük büyük adamlar çıkıp bu
masalı anlatacaklar bu gün hepimize…
“Barış”ı kutsayacaklar ve
anlattıklarına kendileri bile şaşacaklar.
Bu masalı anlatırken, bir yerlerden “yanık”
kokusu duyacaklar… Masal bu ya, “cadı kazanı
kaynıyor” diyecekler, biz sevgili çocuklarına.
“Biz iyi adamız”, kazanı kaynatan cadıydı.
Silah sesi duyacaklar, kan akacak nehirlerden; belki bir bebek uykusunda
ölecek, masallar dinleyemeden.
“Suçumuz yok” diyecekler, kötü kalpli
“Gargamel”in işiydi. Gargamel uz dursaydı,
“Gölgelerin gücü adına” onları yok
etmezdik…
Önce masallarına canavarlar yaratıp, sonra
dünyanın iyiliği için onlarla savaşacaklar ve
bahaneleri de “dünya barışını
sağlamak” olacak…
Haydi beyler, gidin işinize!
Sevgili çocuklarınızın birçoğu inanmıyor
artık bu masala!
Burnumuzun dibinden, daha az önce, tam donanımlı gemiler
geçti öpülesi boğazlarımızdan…
ülkemizin bir parçası konuşlandırılmak(!)
üzere füzelere, jetlere, tanklara, asker botlarına teslim
edildi. Hepsi yığınla ölüm taşıdı,
barış adına yaptıkları savaşlarda. Biz bu
masalı naklen izledik çoluk çocuk. En
küçüğümüz, füzelerin
yaydığı ışığı havai fişek
sanıp el bile çırptı. “Gargamel gidecek,
cümle dertler bitecek!”
Oysa hepiniz, “anneanne kılığında
kurt”tunuz…
Senin gözlerin niye büyük anneanne?
Seni daha iyi görebilmek için…
- Senin kulakların niye büyük aneanne?
- Seni daha iyi duyabilmek için…
Senin ağzın niye büyük anneanne?
Seni daha iyi yiyebilmek içinnn!
Gücüm olsa, umudum olsa “Güneşli günler
göreceğiz çocuklar” da diyeceğim Nazım
gibi… Ama Nazım, “asrım sefil,asrım yüz
kızartıcı”… Büyük ve cesur değil
üstelik hiç kimse, barışacak kadar. Ve ben
övünmüyorum yirmi birinci asırda olmaktan.
Siz yine de en yakınınıza yani kendinize bir
gül-ü-verin bu gün. Kendimizle barışık
olursak belki “Barış”ı yakalarız!
Şeyda Işık
|
|
Junior Member Cevaplar: 74 kayıt olmuş: 22/5/2008 Durum: ÇevrimdışıCinsiyet:
|
|
Yazılış Tarihi: 2/9/2008 Saat 11:01 |
|
|
Acının acımış tadı
ben
seni değil, yaşattıklarını sevmişim
gözlerimin yivinde birikmiş
son damla göz yaşım
yıldız gibi süzülürken
tenimi acıtmışı
acının acımış tadı
dudağımın kenarına
sıçramışı
sen giderken
ben seni severken
sen uzağa gidereken
düş kırığı akşamlar
batmışı canıma
canım çıkmışı
gözündeki tek pırıltı göz yaşına
tadına vardım acının
eskimiş bir felaketti
gözlerinde
insan vurulur
insan boğulurdu
sessiz bir felaketti,suskunluğun
susuz çöl çatlağ sabahlar vardı
yüzünün esmerliğinde
tutuşmuş
orman eskisi hüznün vardı
gülüşüm
bir damla yağmur olsa
bir vaha
bir orman yeşili,gülüşün olurdu
sana sevgi susuzluğu
bana suskunluk düşer
sen giderken
sensizliği bir felaket sanırdım
sessizlik bağırır
sensizlik doğururdu yalnızlık
hanüz yanlızlığı sevmemişim
şimdi
yalnız gidiyor
yalnız dönüyorum
düş yolculuğundan
birde
umut kırıntısından geriye kalan
suretler
yıkım sonrası
hüzün taşır düşlerime
sen giderken
ben senden değil
yaşattıklarından nefret etmişim
Saadet Işık
|
|
Senior Member Cevaplar: 884 kayıt olmuş: 26/5/2008 Durum: ÇevrimdışıCinsiyet:
|
|
Yazılış Tarihi: 3/9/2008 Saat 15:07 |
|
|
evet sabir tazelemek/tazeleyebilmek
o yikici birikimlere dayanabilme
...............................yuceligindeki gonul.
dayanabilirligi, o bedene alinan darbelerin
ardindan taze filizlerin cikisi asamasina
kadardir, sonrasi.. guzelliklerle...............
____________________ Türküler..
Cennet kadar sır, insan kadar zahir.
|
|
|