Batı tiyatrosu bugün de genel olarak Stanislavski'nin sahne düzeni ve
oyunculuk anlayışına dayalı bir gerçekciliği sürdürmekle birlikte, 20.
yüzyılın ilk yarısında dışavurumculuk, gelecekçilik ve Bertolt Brecht'in
epik tiyatrosu gibi gerçekçilik karşıtı akımlar da etkili oldu. Bu
akımların hepsi farklı amaçlar ve yöntemlerle de olsa, sanatın gerçeği
yansıttığı düşüncesine karşı çıktılar; doğallık yanılsamasını kırarak
sanatın doğal değil yapılmış bir şey olduğunu savundular. Geliştirdikleri
deneysel teknikler tiyatroyu bir vakit geçirme ve eğlenme aracı olmaktan
çıkardığı için de çoğu zaman seyirci çekemedi, hatta skandallara yol açtı.
Bu yeni akımların bir başka özelliği de, oyun yazarları kadar sahne
tasarımcıları ve yönetmenlerin de öne çıkması, kuramcı kimliğini
kazanmalarıydı. Deneysel tiyatro üzerinde etkili olmuş kuramcıların
başında, İsveçli tasarımcı Adolphe Appia gelir. Appia, sahnenin bir
gerçeklik atmosferi veren "sahici" dekor öğeleriyle doldurulmasına karşı
çıkıyor, bunun yerine yapıtın "ruhunu" ortaya koyacak yalın bir sahne
düzeni öneriyordu. Doğalcı ayrıntıların yerine, dikkati oyuncunun jestleri
üzerinde toplayacak ve dramatik gerilimi çıplak bir biçimde dışa vuracak
basit bir dekor gerekliydi. Appia'nın dışavurumcu görüş leri, İngiliz
yönetmen Gordon Craig tarafından daha da geliştirildi. Craig, sahnede
soyutlamayı uç noktasına götürdü; duygusal ve görsel değil, tinsel ya da
zihinsel bir etki yaratmak için son derece öznel bir ışıklandırma yöntemi
yarattı. Tek bir gotik sütunun, sahneye bir kilise havası vermekte
ayrıntılı bir mukavva kilise dekorundan çok daha etkili olacağını
düşünüyordu. Craig'e göre, tiyatro ve oyunculuk simgesel düzeni
bozmamalıydı. Craig ve Appia'nın görüşleri, çok geniş bir uygulama alanı
bulamadı. Yalnızca Avusturyalı yönetmen Max Reinhardt, Craig'in soyutlamaya
dayalı dışavurum anlatımıyla canlı ve renkli bir oyun anlayışı arasında bir
uzlaşma noktası yakalayabildi.
Rusya'da da 1917 Devrimi'nden sonra, kısa bir süre için, Stanislavski'nin
doğalcı anlatımına karşı olan deneysel anlayışlar tiyatroya egemen oldu. Bu
dönemde en etkili yönetmen, daha önce Stanislavski'nin yanında oyunculuk
yapan Vsevolod Meyerhold'du. Craig'in izinden giden Meyerhold, dekorda
soyutluğu daha işlevselci bir yöne çekti. Biyomekanik oyunculuk adını
verdiği yöntemle oyuncuların özel kişiliklerini silmeye ve oynuculuğu bir
dizi kimliksiz fiziksel harekete indirgemeye çalıştı. Sahnenin doğal bir
ortam değil, tiyatro amacıyla kurulmuş yapma bir düzen olduğunu açıkça
belirtmek için, vida ve çivileri gizlenmemiş dekor öğeleri kullandı.
1918'de, ilk Sovyet oyunu olan, gelecekçi şair Mayakovski'nin
Misteriya-buff'uru (Kutsal Güldürü) sahneleyen de Meyerhold'du.
Gelecekçilik, Rusya'dakinin tam karşıtı bir siyasal görüşü savunmakla
birlikte, İtalya'da da ektiliydi. İtalyan gelecekçileri, makine çağının
hızını, şiddetini, mekanikliğini kutsayan ve seyirciyle oyun arasındaki
görünmez duvarı yıkmaya yönelen kışkırtıcı gösteriler düzenlediler. 1921'de
Bağımsız Deneysel Tiyatro'yu kuran Anton Giulio Bragaglia deneysellikle
izlenebilirlik arasında bir denge oluşturmaya çalıştı.
Modernizmin Almanya'daki biçimi, dışavurumculuktu. Bu akım ilk örneklerini
Strindberg'in son oyunlarında, Frank Wedekind'in sahne ve kabare için
yazdığı ve bestelediği şarkılı oyunlarda vermişti. Dışavurumculuk, hem
bireyin kendi ruhsal potansiyelini topluma karşı gerçekleştirmesini
önerdiği, hem de bunun olanaksız olduğunu söylediği için, sahnede gerilimi,
çatışmayı ifade eden öğelere önem veriyordu. Sanatın gösterdiği gerçeklik,
dış dünyanın değişmez yüzü değil, insanın gerilen ve kaynaşan iç
dünyasıydı. Bu akımın daha siyasal bir kolu da vardı; 1918 ayaklanmasına
aktif olarak katılan sosyalist şair Ernst Toller'in Die Maschinenstürmer
(1922; Makine Kırıcıları) bu eğilimin en tipik örneğiydi. Dışavurumcu
tiyatro, yazarlardan çok, yönetmenlerle etkili oldu. Daha sonra Brecht'le
birlikte epik tiyatro deneyine katılan Erwin Piscator, 1920'lerde,
makineleri hem birer dekor öğesi hem de sahne teknolojisi olarak kullandığı
oyunlarda, insanın artık yaşamadığını, ama mekanik dünyanın bir tür insani
(daha doğrusu, şeytani) canlılık kazandığını gösterebilmişti.
Fransa'da ise deneysel tiyatro fazla gelişmedi. Bunun bir nedeni,
modernizmin Fransa'ya özgü biçimi olan gerçeküstücülüğün tiyatroya fazla
önem vermemesi ve sanatını da zaten seyirlik bir gösteri biçiminde
gerçekleştirmesiydi. Öte yandan, yeni akımlardan etkilenen oyun yazarları
ve yönetmenler de, Almanya ve Rusya'da olduğu gibi oyunculuk sanatını
sarsmaya çalışmıyorlar, tam tersine oyuncuyu öne çıkaran eski commedia
dell'arte geleneğini sürdürüyorlardı. Fransa'da, 20. yüzyılın ilk yarısında
Georges Feydeau'nun bulvar komedileri popülerdi. Buna karşılık, Jacques
Copeau, Louis Jouvet, Charles Dullin ve Georges Pitoeff gibi yönetmenler,
seyircisiz kalma noktasına düşmeden, tiyatronun da bir sanat olduğu
iddiasını elden bırakmadılar. Özellikle Pitoeuff, Almanya'dakine koşut bir
biçimde, dikkati oyunun düşünsel içeriği üzerinde toplamak amacıyla dekor
ve oyunculuğu süsleme öğelerinden arındırdı.
İngiliz tiyatrosu, kara Avrupa'sındaki deneylerden uzak durdu. Yüzyıl
başında, Bernard Shaw'un sahneyi bir felsefi ve siyasal tartışma arenasına
dönüştüren oyunları ilgi çekiyordu. Granville-Barker da Shakespeare
oyunlarını sadeleştirdi, geleneksel yorumlardaki tumturaklı ve ağır havayı
eledi. Amerikan tiyatrosu bu dönemde aslında bir eğlence endüstrisi
durumundaydı; gene de ülkenin ilk önemli oyun yazarı olan Eugene O'Neill'in
yapıtları 1920'lerde sahnelenmeye başladı. İrlanda'da da J. M. Synge ve
Seah O'Casey'in oyunları, yüzyıl başlarındaki toplumsal ve ruhsal
çalkantıyı yansıtıyordu.
20. tiyatrosunun en etkili adı, hiç kuşkusuz Bertolt Brecht'ti. Brecht'in
epik tiyatro anlayışı ve ADC'de 1949'da kurduğu Berliner Ensemble, John
Arden ve Edward Bond gibi İngiliz yönetmenleri de etkiledi. Tiyatroda
yanılsamaya ve edebi anlatıma karşı tepkinin bir ifadesi de belgesel
tiyatro ya da olgu tiyatrosu adı verilen anlayıştı. Burada, yaşanmış bir
olay fazlaca değiştirilmeden ve belgelerle desteklenerek sahneye konuyordu.
Peter Weiss'ın Ermittlung'u (1965; Soruşturma, 1971) bu tarzın en başarılı
örneğiydi. 1980'lerde de İskoçya'da John McGrath'ın 7:84 adlı topluluğu bu
anlayışı sürdürmektedir.
20. yüzyıl tiyatrosundaki bir başka önemli eğilim de , insanla dünya
arasındaki uyumsuzluğu hem insanın, hem de dünyanın anlamının silindiği
noktaya kadar götüren uyumsuzluk tiyatrosuydu. Beckett'in sıkıntılı ve
hüzünlü kuklalara dönüşmüş insanların dünyasını anlatan tiyatrosu, Arthur
Adamov ve Eugene Ionesco'nun daha fantastik denemeleri, İngiltere'de Harold
Pinter'ın oyunları, eleştirmenlerce bu akım içinde değerlendirilir. Tarzın
kökenleri, Fransız yazarı Alfred Jarry'nin 15 yaşındayen yazdığı kukla
oyunu Ubu roi'ya (1896; Übü, 1963) değin götürülebilir.
Uyumsuzluk tiyatrosu sahnedeki bütün görsel ve duyusal öğeleri en aza
indirmişti. Buna karşılık, Antonin Artaud'nun vahşet tiyatrosu bu duyusal
etkileri insanların bastırılmış güdülerini ayaklandırmak için kullanır.
Bazı eleştirmenlerce uyumsuzluk tiyatrosu içinde değerlendirilen Jean Genet
ve Fernando Arrabal'ın oyunları da kamçılayıcı gerginlikleriyle Artaud
çizgisine daha yakındır. 1960'ladan sonra İngiltere ve ABD'de de seyirciyle
oyuncu arasındaki mesafeyi kaldırmaya, tiyatronun dokunulmazlığını
parçalamaya yönelen "alternatif tiyatro" hareketleri yaygınlaştı. Bunların
en etkilileri, ABD'de Julian Beck ve Judith Malina'nın Living Theatre'ı
(Yaşayan Tiyatro) ile İngiltere'de epik tiyatro uygulamasını sürdüren
George Devine'in İngiliz Sahne Topluluğuy'du. Arnold Wesker, John Osborne
ve John Arden gibi yeni oyun yazarlarının yapıtları Devine'in tiyatrosunda
sahnelendi. Deneysel tiyatronun Avrupa'daki öncülerinden biri ise,
seyircinin oyuna katılmasını savunarak hem Avrupa, hem de ABD'deki deneysel
tiyatro topluluklarını etkileyen Polonyalı yönetmen Jerzy Grotowski'ydi.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra İngiltere'de Laurence Olivier ve John Gielgud
gibi Shakespeare yorumcuları, geleneksel tiyatroyu sürdürerek yeni bir
klasik oyuncu kuşağının yetişmesini sağladılar. 1961'de Kraliyet
Shakespeare Topluluğu'nu kuran Peter Book da, deneycilikle seyirci zevkini
uzlaştırabilmiş yönetmenlerden biridir. Aynı dönemde Fransa'nın önemli
yönetmenleri arasında, yönetmenin yaratıcılığına ağırlık veren tümel
tiyatro anlayışını geliştiren oyuncu ve yönetmen Jean Vilar'ı anmak
gerekir. Almanca konuşan ülkelerde ise 1960'lar ve sonrasında Max Frisch,
Friedrich Dürrenmatt, Peter Weiss ve Peter Handke gibi yazarlar karamsar
bir dünya görüşünü ilerici bir siyaset anlayışıyla birleştirmeye
çalıştılar.
____________________
Dört Sey Geri Gelmez Atılan Ok, Söylenen Söz, Kacırılan Fırsat ve Gecen
Zaman ...