Ecdad ve Biz
İstanbul’da soğuk bir kış günü… Yüz binlerce insan sabahın erken
saatlerinde sıcak yataklarından kalkmış rızıklarına doğru yol alırken,
binlerce çilekeşte köprü altlarında yeni bir ızdıraba uyanıyordu. Kimisi
yaşlı kimisi genç kimisi çocuk. Tüketilmiş, bir tarafa fırlatılmış ve gören
gözlerin tiksintili bakışlarında eriyen hayatlar. Manevi Araflarda gezinen
boş zihinler olarak kalmışlardan biriydi Yusuf. Babası annesini bıçaklamış
ardından kendisini de 4 katlı binanın tepesinden salıvermişti. Kardeşiyle
birlikte hem öksüz hem yetim ortada kalmışlardı.
Kardeşi küçüktü, evlatlık verdiler, Yusuf’u ise sokaklara… Günler, aylar,
yıllar… En büyük dostu ise kaldırımlardı.
Gözlerini uyku mahmurluğuyla yavaşça açtı. On metre çapında neredeyse yirmi
kişi daha yatıyordu. Soğuktan bu şekilde korunuyorlardı. Derinden esneyerek
doğruldu. Üstünü başını silkerek ayağa kalktı. Kent beyaz gelinliğini
giymişti. Arabalarda otobanda buz dansı yaparcasına ilerliyorlardı.
Dört senedir her gün annesinin kabrini ziyarete giderdi. Ardından
kardeşinin kaldığı evin karşısında birkaç dakika dururdu. Yine aynı şeyleri
yaptı. Anıları geri çağırdı zihninden; ağladı. Kardeşi muhtemelen tamamen
unutmuştu onu. Zaten ayrıldıklarında iki buçuğundaydı. Rahat bir hayata
kavuştuğu için mutlu hissediyordu.
O gün uzun zamandır yapmadığı bir şey geldi aklına; dua etmek. Nasıl
yapılacağını bile neredeyse unutmuştu. Hâlbuki ruhunu terbiye etmiş
birisiydi önceki yaşamında. Nefsanî dürtülerini kontrol ederdi. Annesinin
beyaz başörtüsüyle namaz kıldığı silueti geldi aklına; gözlerinden inci
yaşlar süzüldü.
İlk bulduğu cami avlusuna girdi. Abdesthanede güzelce akıttı günahlarını
bol suyla. Üstü başı pisti, o yüzden girmedi camiye. Ayakkabılıktaki küçük
bölmeye geçti. Zemin ahşaptı sertti. Dizleri acımıştı. Gözlerini kapadı,
yakarmaya başladı…
Camiden çıktığında öğle olmuştu.3 gündür yediği tek şey bayat ekmek ve
kurumuş zeytinlerdi. Her gün aynı tabldot. Mide özsuyunun aşırı
salgılanarak boşluğu dolduruşunu ve karnındaki derin acıyı hissetti. Bir
şeyler yemeliydi, ama nasıl? Biyolojik ihtiyaçları mantığını ve zihnini
bayıltmıştı. Köprü altında öğrendiği taktiklerle köşe başında duran orta
yaşlı bir adamın cüzdanı eline geçti. İçinden bir miktar para aldı.
Cüzdanıysa yola savurdu.
Gidip güzelce bir yemek yedi. Haram lokmalar yaratılış armağanı olan
midesine dolmuştu. İşte o anda pişmanlık göğsüne derin bir ağrı
saplanmasına neden oldu. Koşarak uzaklaştı kalabalıktan, istikameti
ıssızlığa çevirdi. Bir köşeye çekilip dizlerini karnına çekti. Başı
dönüyordu, nefesi ise düzensizdi. Korkudan kontrolünü kaybetti ve sağa sola
koşuşturmaya başladı. Bir sağa bir sola dönerken heyecanı en üst seviyeye
ulaştı ve vücudu dermansız kalarak yere yığıldı…
Sesler duyuyordu derinden; fısıltı şeklinde. Gözlerini açmaya yeltendi
fakat büyük bir acı hissetti. Zorladı kendini, doğruldu. Elleriyle
ovuşturarak tekrar açmayı denedi gözlerini, başardı bu kez. Puslu görüyordu
her şeyi baştan, zamanla netleşti sonra. Bulunduğu mekânı algılamakta
güçlük çekti. Etrafta tuhaf giyimli insanlar vardı. Kimisi fes kimisi sarık
takmıştı. Sanki eski bir medeniyete düşmüştü. İrkildi ve kendine sağlam bir
tokat attı. Acıyı derinden hissetti, uykuda değildi. O an şoka girdi. Ayağa
kalktı ve yavaşça yürümeye başladı. Dar sokaklardan geçti ve büyükçe bir
meydana çıktı. Meydanın tam ortasında yaşı yüzü aşmış dev gibi bir meşe tüm
ihtişamıyla duruyordu. Odağının sağ tarafında bir cami, hemen yanındaysa
çarşı gibi bir yer vardı. Meydan çok kalabalıktı. Sarıklı, fesli insanlar;
sanki Osmanlı Devleti’ndeydi. Şaşkınlığı üst mertebeye ulaşırken kolunu
hızlıca bir el kavradı. Korkuyla arkasına döndü, yaşlıca beyaz sakallı bir
ihtiyardı. Yüzünden sevgi şefkat ve nur akıyordu sanki. Hafifçe tebessüm
etti. Yusuf ise korkudan hiçbir şey söyleyemedi.
“Gel oğlum” dedi ihtiyar, “sana göstereceklerim var.” İlk başlarda korksa
da cevaplara ihtiyacı olduğunu düşünerek kabul etti. Meydandaki camiye
kadar yürüdüler. Avluya girdiler. İhtiyar avlunun meydana göre sol
tarafında duran bir insan boyunun yarısı kadar bir direğin üstüne monte
edilmiş olan küçük bir kutunun yanına gitti. Eliyle işaret ederek;
-“Bak oğlum” dedi, “biz buna sadaka kutusu deriz. Cemaat gönlünden ne
koparsa içine atar. Cenab-ı Hakk bereketle çoğaltır bu parayı. Her gün
namaz kılmaya gelen fakir fukara bu kutunun içinden bir çorba parası
alırlar. Ne eksik ne fazla. Kimse haram lokma sokmaz midesine buralarda.
Herkesin anlayışı İslam anlayışıdır.”
Yusuf hayretle dinliyordu ihtiyarı. Anımsamıştı olan biteni. Hırsızlık
yapıp karnını doyurduğu anı. Hemde dua ettiği, düzelmek için yalvardığı bir
günde yapmıştı. Utancından yerin dibine girdi. Yüzü kızardı ve başını eğdi.
İhtiyar ağır adımlarla yaklaştı yanına. Pamuk gibi elleriyle başını okşadı
Yusuf’un.
-“Allah seni kirlerinden arındırsın yavrum. Seni düştüğün kuyudan çıkarsın
İnşallah.”
Âmin! Dedi derinden. İçi titredi ağlamaya başladı. Başını kaldırdığında
ihtiyar meydanın öbür yakasına geçmişti bile. Arkasından koşmak istedi,
fakat dermanı yoktu. Sanki elinden ayağından canı çekiliyordu. Oturacak bir
yer aradı bulamadı. Birkaç saniye daha dayanabildi. Ve sonra yere
yığıldı.
Araba kornaları kulakları sağır edecek seviyeye çıkmıştı. O ise gözünü
yepyeni bir dünyaya, yepyeni bir anlayışa açtı. Yürekten kurdu bağlantıyı,
sırtını ise mukaddes olan tek dine dayadı. Bütün kapıları açan İslam’a…
alinti