Ziyaretçi
|
|
Yazılış Tarihi: 5/12/2010 Saat 12:57 |
|
|
Çocuk yaşlardaki erkek çocukları bunu hep hissederler mi, bilemem.
Ama ben 10-12 yaşlarımı sürerken kendimden beş-altı yaş büyük kızlara aşık
oluyordum…
Bunlardan birisiydi Nihal... Üç kızkardeşin en büyüğü.. Onsekiz filan, en
fazla…
Babamlar, amcamlar, Nihaller ve üç beş aile, hep birlikte köydeydik o
zamanlar. Genellikle kış mevsimine denk gelen bayram tatillerini köyde
geçiriyor, yazları ise Yozgat ve Sivasta kalıyorduk.
Yazın sıklıkla kaldığımız yer yaylada çok eski bir Rum evinden bozma bir
yerdi..
Bu tatillerden birinde, sadece çocuklar ve gençlerle çıkılan yemek sonrası
yürüyüşünde, Nihale olan aşkım bir şekilde deşifre olmuş ve çok muhtemel
beni biraz da alaya alarak, elleriyle tak kurmuşlar, düğün marşını
söylemişti, o gençler..
Nihalde benim koluma girmiş ve takın altından geçirmişti. Evlenmiştik
güya...
Diğerlerinin neden o kadar güldüğünü bilmiyordum ama ben mutluydum..
Bir kaç gün sonra, bir akşam üzeri..
Hani ortalıktan el ayak çekildiği sıralar vardır, çoğunlukla herkesin
odasında olduğu, belki de annelerimizin ve babalarımızın akşam yapılacak
yemek için hazırlık yaptığı…
İşte öyle bir akşam üzeri... Bağların orada geziniyordum… Kimseler
yok gibiydi etrafta... İlerde birisini gördüm aman Allahım Nihal
oradaydı…
Bağın kenarında ağaçların dibinde gördüğüm vücut siluetine, şaka yapmak
için yavaş yavaş yaklaşırken aniden döndü kendisine doğru gelen başka
birisine doğru gitti... Durdum ve seyretmeye başladım..
Nihal, ağaçların dibinde, Hasanla öpüşüyordu..
Hasan, yine babamların grubundan bir ailenin, benden hemen hemen on yaş
büyük olan oğullarıydı. Şok olmuştum. Nihal ve Hasan... Biz Nihalle
evlenirken Hasanda oradaydı. Bunu bilmesine rağmen Nihali dudağından
öpüyordu.. Öpebiliyordu.
Yalnız ağlamanın avantajını orada öğrendim… Belli olmuyordu…
Kimse görmüyordu…
Yıllar sonra,
Nihalin Burhan diye birisi ile büyük bir aşk evliliği yaptığını, hamile
kaldığı sırada karnında ölen çocuğu farkedemeyişlerini ve Nihalin de bu
yüzden öldüğünü duydum.
Yine yıllar sonra,
1980li yılların ortasında bir tesadüf sonucu Burhanla tanıştım.. Oniki-onüç
yaş büyüktü benden. Ve inanılmaz sevdim…
Yeni bir evlilik yapmıştı. Mutluydu. Nihaldende konuşurduk zaman zaman. Onu
hala sevdiğini anlardım böyle zamanlarda. İkinci eşi Türkan'da
kabullenmişti bunu.. Çünkü Onu da çok sevmişti, Burhan.. Sevdimi seviyordu
bu adam..
1998 yılında, elli iki yaşındayken, bir kalp krizinden ölene kadar Burhan
abi'den çok şey öğrendim ben. Onbeş yıla yakın bir abi-kardeş ilişkisi
olmuştu aramızda..
Fosur fosur tüterdi. Ve güzel rakı içerdi.. Birisi çok konuştuğunda Bırak
usturayı.. derdi.
Karşılıklı son görüşmemizde Usta. demişti bana.. Yatak odanda kapın kapalıyken, ayaklarına kapanıp ağlayabilecek
kadar sevmelisin kadınını..Bu cümleyi eden adam, iki gün sonra, benim
tabirimle çipuraya yatacaktı.
Kalp anjiyosuna bir gün kala, balkonda, önünde duran tabaktaki çipuraya
bakarak, Türkan, koy bi kadeh rakı be. demişti.
Türkan itiraz etmek istemişti ama vazgeçmişti. Hatta iyiki de vazgeçmişti.
Çünkü, elinde rakı kadehi ile döndüğünde, elleri masadan aşağıya sarkmış ve
yanağının üzerinde çipuraya kafasını dayamış şekilde bulmuştu Burhanı.
Çakmak mavi gözleri kapanmıştı. Sessizce..
Ama güzel bir ölümdü bu be.. Yakışmıştı Burhana.. Yastık yapmıştı balığı
kendine..
Ve çok uzun yıllar sonra,
ben, Çipuraya yatan adamın bebeğini taşırken ölen ilk karısını bağda
ağaçların altında öpen Hasanı görecektim, bizim apartmanda..
İkinci evliliğini yapmıştı, kendisi gibi memur görünüşlü komşularımızın dul
kızı ile..
Onlar yaşıyorlardı ama, ne Nihal vardı, ne de Burhan abi kalmıştı
geride.
Hasanla selamlaştık. İki kelam ettik. Öylesine.. Kuru kuruya..
Çok şey söylemek istedim. Söyleyemedim.
Bi şeyi farkettim ama…
Aynı yaşlarda olmalarına rağmen, hala hayatta olana adıyla hitap ediyor,
diğerine ise ölmüş olmasına karşın ABİ diyordum..
|
|
Ziyaretçi
|
|
Yazılış Tarihi: 5/12/2010 Saat 14:12 |
|
|
Olay geçenlerde 11 Kasım 2010 da Dalaman pazarında gerçekleşti. Elimde
alınacaklar listesi pazara gittim, bu alışverişler benim için bir tür
ritüele dönüşmüştür çünkü 4-5 aydır Dalamanda yaşıyorum ve artık neredeyse
satıcıların tamamını onlarla çay içip sohbet edecek kadar tanıyorum. Her
biri ayrı renk, ayrı hikaye. Neyse listem kolaydı... Marul(1), Dereotu(2),
Maydanoz(1), Roka (3). Tek kaprisim var bu listede, Roka mutlaka ikinci
mahsul olacak, çünkü onlar daha acı ve baharatlı oluyor.
Nerede bulacağımı gayet iyi biliyorum ya, doğru o tezgaha.
Hoş geldin, beş gittin,
dur sana çay söylüyorum, geçen hafta yoktun.
İzmirdeydim teyze, bir gün sana anlatacağım.
Söke, benim memleket, gördün mü oraları?
Gördüm üstelik bir dolu fotoğraf çektim sana söz haftaya onlarla
geleceğim.
Bu şekilde süren sohbeti, oldukça ince ve ay inanmıyorummmm frekansından
konuşan bir ses böldü.
Teyze bunlar kaça diye sordu. Bizimki de dur buradan görmüyorum, o saksılar
boy boy gelip bakayım diye cevap verdi ve tezgahın önüne doğru geçti.
İki kişiydiler, ikisi de solaryum yanığı, erkeğin üzerinde dar beyaz
gömlek, saçlar bol jöleli, kolye, deri bilezik tabi ki güneş gözlüğü, kız
tarafı sarışın, yüksek topuklu ayakkabılar, dar kot, A&F tişört (çakma mı
orijinal mi anlamadım )
Sahne tezgahın önü. Kız soruyor, teyze cevaplıyor;
- İşte bu teyze, kaça bunlar?
- Beş lira kızım.
- Peki, nedir bu? (Buradan anlayacağınız gibi, soruyoruz ama ne olduğunu
bilmiyoruz)
- Reyhan.
- Ne işe yarar?
- Yemeklere koyarlar.
- ???
- Makarnalara katıyorlar, güzel olur koku verir.
- (Yüz ifadesinden sanırsınız ki yer çekimi kanununu buldu) Evet İsmailllll
hatırladım Paper Moon da yediğimiz makarnanın sosunda vardı bundan, demek
bu onun CANLISI.
Ah be güzel ablam be diyeceğim ama durdum çünkü bu kulaklar geçen sene asma
fidanını göstererek yanındaki kadına – bak sen üzüm ağacı istiyordun,
alalım mı bunları- diyenleri de duydu…
|
|
Ziyaretçi
|
|
Yazılış Tarihi: 5/12/2010 Saat 14:23 |
|
|
Geçenlerde Dalamanda restaurant işleten bir arkadaşıma uğradım. O
anlattı
Geçen hafta başı, biz yaşlarda bi adam girdi içeri... Yanında da bi tane
çıtır. Yemek yediler filan. Sonra adam dedi ki (Biz Pazar günü nikah
dairesinde evlendikten sonra burada otuz-otuzbeş kişilik bir yemek vermek
isteriz.)
Konuştuk, ettik, anlaştık. Adam çıkardı, 200 lira verdi kapora diye... Ve
sonra da ilave etti
(İçkimizi kendimiz getircez. Ayrıca Antep'ten bi kaç tepsi baklava ve
Maraşta Ferahtan üç-beş kilo dondurma getirticem. Onları en geç Cuma günü
size teslim ederim. Pazar günü akşam sekiz gibi burada oluruz.)
Hakkaten, Cuma günü rakılar, biralar, üç tepsi baklava ve stropor kutular
içinde kaymaklı dondurmalar geldi abi.
Biz de Pazar günü erken saatte geldik. Hazırladık bunların yerini,
bekliyoruz. Saat sekiz oldu, sekizbuçuk oldu. Yok gelen giden...
Meraktayız. Dokuzu azcık geçe bir adam geldi, böyle alı al, moru mor...
(Ben O. beyin bacanağıyım. Talihsiz bir olay oldu. Tam imzayı attılar,
karı-koca ilan edildiler. Kapıdan çıkarlarken polis aldı O. beyi. Yemek
iptal kısaca...) dedi ve çekti gitti.
Herhalde adamın bir davası filan vardı. Karşılıksız çek midir, başka bir
şey midir bilmem.
Sonuçta baklavaları konu komşuya dağıttık. Dondurma dolu, vereyim mi sana
da
Allaaaahh, kediye peynir yermisin diye sormuşlar, gülmekten he diyememiş
ya. O hesap.
Verdi bana bir stropor, sağolsun. Getirdim eve. İki gecedir yiyoruz, bööle
şey olmaz ya...
Müthiş bir lezzet. Arkadaşımın söylediğine göre, adamlar dondurma yapımında
saleple beslenen keçilerin sütünü kullanıyorlarmış.
Ben onu bunu bilmem arkadaş.
Hiç tanımadığım bir adamın hiç tanımadığım biriyle olan ve benim hiç bir
zaman bilemeyeceğim problemi yüzünden evde hakiki Maraş dondurması var.
Hayat harbiden çok manyak ya...
Not: Ben bu nikah sonrası tutuklanma
işinin içinde bir kadın parmağı seziyorum gibi...
|
|
Ziyaretçi
|
|
Yazılış Tarihi: 12/12/2010 Saat 12:26 |
|
|
Arkadaşlar kendime bir yer bulmuşken yazılarımı buraya yazayım dedim...
Ne saygıdeğer Life23 e eziyet olsun ne de olurya okuyana eziyet olsun
Nedir bendeki bu RAKI aşkı çözemedim, fahri eşim gibi mübarek…
Geçenlerde portakal liman bahçesinde bizim ekiple tavlaydı muhabbetti
takıldık…sonra ne yapsak derken ekibimizin ineği modundaki ama aşırı
sosyal bir arkadaşımız (kendisi yakında alkolik olacak) içelim diye bizim
kafamıza girdi…bende ne cinsim eşofmansız ben içmem, rahat olamam
önce bir eve gideyim üstümü değiştireyim dedim… ekip alışık
olduğundan şaşırmadı, onlarıda gazladım herkes eşofmanları çeksin öyle
gidelim arkadaşlara diye…velhasıl en rahat moda geçtikten sonra
rakımızı aldık gittik…
evin sahibi olan arkadaşlada benim parolam var… içki içeceksek ilk
şarkı bu akşam bütün meyhaneleriniii
dolaştım İstanbulun olur, şarkıyı açtığımız gibi bir başladık içmeye,
ne çekiştirilmeyen komutan kaldı, ne konuşulmadık siyasi parti kaldı, ne
eski aşklar…
ne şarkılar tükettik var ya akıllara zarar… ne türk sanat müziği
kaldı, ne türküler, ne eski poplar ne arabesk… hepsi tarafımızdan
tüketildi…
100 tane falan şarkı söylemişimdir (tamam biraz attım )ama berbat sesimle
pencereden kar geliyor türküsünüde söyledim ya ölsem gam yemem artık…
şiir bile okudum ya, hatta atıştık arkadaşla karşılıklı, ben Cemal
Süreya'dan başlıyorum O Can Yücel'le devam ediyor... bağlamalarıyla
karşılıklı atışan aşıklar gibiydik valla…
bu arada baya mozaik bir grubumuz var gruptaki en sevdiğim arkadaşım alevi,
koyu solcumuz var, sosyal demokratımız var, koyu milliyetçimiz var…
ama tartışmalarımız çok sakin ve zevkli oluyor… kimse kimseyi kırmaz,
ses yükseltmez, iyiyiz yani…
ortak paydalarımız, hepimizin Türk olması, Atatürkçü olması, vatansever
olması ve anti ampulcü olması
neyse gecenin sonunda kendimizi çorbacıda bulduk… çorbacıda mübarek
abuk subuk tiplerle dolu, dengesini kaybedip yürüyemeyen etekli full
makyajlı cins cins ablalar, takımlı abiler falan… içelim şu
çorbalarıda bir an önce gidelim modundayız… o aceleyle çorbayı nasıl
içtiğimi anlamadım…
son olarak Sezen Aksu'dan yine mi çiçek şarkısını söyleyerek yolda, evlere
dağıldık…
iyiydi yani bir kafa dağıtmak farz olmuştu hepimiz için, geçenki muhabbet
iyi geldi, artık tam gaz işime adapte olabilirim
|
|
|