Romancı.
Asıl adı Kemal Sadık GÖKÇELİ. Nigâr Hanım ile çiftçi Sadık Efendi’nin
oğlu. Aslen Van-Erciş yolu üzerinde ve Van Gölü’ne yakın Muradiye
ilçesine bağlı Ernis (bugün Günseli) köyünden olan ailesi Birinci Dünya
Savaşı’ndaki işgal yüzünden uzun bir göç süreci sonunda
Adana’nın Osmaniye ilçesine bağlı Hemite (bugün Gökçedam) köyüne
yerleşmişti. Küçük yaşta bir kaza nedeniyle bir gözünü kaybeden Yaşar Kemal
5 yaşındayken babasının Hemite Camiinde namaz kılarken öldürülmesine tanık
oldu. Burhanlı köyü ilkokulunda başladığı ilköğrenimini Kadirli Cumhuriyet
İlkokulu’nda tamamladı. Adana’da ortaokula devam ederken bir
yandan da çırçır fabrikasında işçilik yaptı. Ortaokulu son sınıfta terk
ettikten sonra çeşitli işlerde çalıştı. Kuzucuoğlu Pamuk Üretme
Çiftliği’nde ırgat kâtipliği (1941), Adana Halkevi Ramazanoğlu
kitaplığında memurluk (1942), Zirai Mücadele’de ırgatbaşlığı, daha
sonra Kadirli’nin Bahçe köyünde öğretmen vekilliği (1941-42), pamuk
tarlalarında, batozlarda ırgatlık, traktör sürücülüğü, çeltik tarlalarında
kontrolörlük yaptı. Yirmiye yakın işte çalıştığı bu yıllarda en uzun işi
beş yıl üst üste yaptığı çeltik tarlalarında kontrolörlük oldu. Bu arada 17
yaşındayken siyasi nedenlerle ilk tutukluluk deneyimini yaşadı. Askerlikten
sonra 1946’da gittiği İstanbul’da Fransızlara ait Havagazı
Şirketi’nde gaz kontrol memuru olarak çalıştı. 1948’de
Kadirli’ye döndü, bir süre yine çeltik tarlalarında kontrolörlük
yaptıktan sonra arzuhalcilik yapmaya başladı, çeşitli güçlüklerle
karşılaştığı için bu işi de sürdüremedi. 1950’de Türk Ceza
Kanunu’nun 142. maddesine aykırı eylemde bulunmak savıyla tutuklandı
ve bir süre Kozan Cezaevi’nde yattı. 1951’de salıverilince
İstanbul’a gitti
Kısa bir işsizlik döneminin ardından Cumhuriyet gazetesinde röportaj
yazarlığı ile başladığı gazeteciliği fıkra yazarlığı ve kurduğu yurt
haberleri serisinin yönetimi ile sürdürdü (1951-63). 1962’de girdiği
Türkiye İşçi Partisi’nde Genel Yönetim Kurulu üyeliği, Propaganda
Komitesi başkanlığı ve Merkez Yürütme Kurulu üyeliği yaptı. 1963’te
ayrıldığı gazetecilikten sonra kendini bütünüyle roman yazma uğraşına
verdi. 1967’de haftalık dergi Ant’ın kurucuları arasında yer
aldı. Sorumlusu olduğu bu derginin yayınları arasında çıkan Marksizmin
Temel Kitabı adlı yapıttan dolayı 18 ay hüküm giydi. Bu karar Yargıtay
tarafından bozuldu. Ant dergisindeki yazılarından dolayı çeşitli
kovuşturmalara uğradı. 1973’te Türkiye Yazarlar Sendikası’nın
kuruluşuna katıldı ve 1974-75 yıllarında ilk genel başkanlığını üstlendi.
1995’te Der Spiegel’de çıkan bir yazısı dolayısıyla İstanbul
Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılandı, 20 ay hapis cezasına
çarptırıldı ve cezası ertelendi. PEN Yazarlar Derneği üyesi. Halen
İstanbul’da yaşamakta ve yazarlık ile yaşamını sürdürmekte olan Yaşar
Kemal bir çocuk babasıdır.
Yazar küçük yaşlarda halk edebiyatına ilgi duydu; saz çalmaya, türkü
söylemeye ve destanlar anlatmaya başladı. Yöredeki halk ozanlarıyla
karşılıklı atışmalar yaptı. İlkokulda okurken şiir yazmaya başladı. Köy köy
dolaşarak folklor ürünleri derledi. Bu yıllarda şiirlerini Kemal Sadık
Göğceli adı ile Türksözü (1939), Yeni Adana (1939) ve Vakit (1940)
gazetelerinde ve Varlık, Kovan, Ülkü, Millet, Beşpınar dergilerinde
yayımladı. 1940’lı yıllarda Adana’da çıkan Çığ dergisi
çevresindeki yazar ve aydınlarla ilişki kurdu ve şiirleri o dergide de
yayımlanmaya başladı. Abidin Dino ve ağabeyi Arif Dino ile kurduğu yakınlık
onun düşünce ve edebiyat dünyasının gelişimini etkiledi. Ramazanoğlu
Kütüphanesi’nde çalıştığı dönemde eski Yunan klasiklerinden Çukurova
tarihine kadar pek çok kitapla tanışma olanağı buldu. Bu sıralarda Orhan
Kemal’le de tanıştı. İlk öyküleri “Bebek”,
“Dükkâncı”, “Memet ile Memet” 1950’lerde
yayımlandı. İlk öyküsü “Pis Hikâye”yi ise 1944’te
Kayseri’de askerliğini yaparken yazdı. Gözleme dayanan bu ilk
öykülerinde konularını Çukurova ve Çukurova insanından aldı; bu yöre
insanlarının ekonomik sıkıntılar ve güç doğa koşullarındaki savaşımını
insan-doğa-çevre ilişkisi içerisinde ele aldı; giderek uzun öykülere
yöneldi.
Bir folklor derlemesi olan ilk kitabı Ağıtlar (1943), o güne değin hiç
derlenmemiş ya da çok az ilgi gösterilmiş tekerlemeleri ve ağıtları gün
ışığına çıkardı. Bu ağıtları 16 yaşından itibaren derlemeye başlayan yazar,
daha sonra Karacaoğlan’ın yayımlanmamış şiirleri üzerine çalıştı. Söz
konusu derleme ve çalışmalar, yazarın ileride yazacağı romanlara önemli
ölçüde malzeme sağladı.
Cumhuriyet gazetesine girdikten sonra Yaşar Kemal imzası ile yazmaya
başladı. Bu dönemde Anadolu insanının iktisadi ve toplumsal sorunlarını
dile getirdiği dizi röportajları ile tanınmaya başladı: “Yanan
Ormanlarda Elli Gün” (1955), “Çukurova Yana Yana” (1955).
“Dünyanın En Büyük Çiftliğinde Yedi Gün” (1955), “Peri
Bacaları” (1957). 1952’de yayımlanan ilk öykü kitabı Sarı
Sıcak’ta da yer alan “Bebek” öyküsünün Cumhuriyet
gazetesinde tefrika edilmeye başlandığı dönemde yazarın imzasına olan merak
giderek artmaya başladı. 1953-54’te Cumhuriyet’te tefrika
edilen ilk romanı İnce Memed ise büyük ilgi uyandırdı.
Türkiye’de tarımdan sanayileşmeye geçiş evresi olarak nitelenebilecek
1950’li yıllarda, Çukurova’nın geniş biçimde makineleşmeye
açılması ve verimli topraklar üzerindeki ağalar arası rant savaşımının
kızışması, bunun yoksul Çukurova köylüsü üzerindeki sonuçları Yaşar
Kemal’in romanlarının ilk evresinin ana temasını oluşturmuştur
denilebilir. Ağa baskısı karşısında dağa çıkan eşkıya İnce Memed’le
yazar, bir destan kahramanını anlatırken aynı zamanda toplumsal yapıdaki
aksaklıkların da eleştirisini yapar. Roman, ağalara karşı
Çukurova’nın yoksul halkına arka çıkan İnce Memed’in halkı için
savaşımını konu alır. Roman kahramanının Toroslar’da beş köyün bütün
topraklarına sahip bir ağaya karşı direnişi ve çekişmeleri uzun bir
serüveni kapsar. Sonunda İnce Memed toprakları gerçek sahipleri olan
köylülere dağıtır, ağayı öldürür, dağa çekilip kayıplara karışır ve bir
efsane kişisi haline gelir. Yazarın kendi deyimiyle “mecbur
adamın” öyküsüdür İnce Memed. Yayımlandığı dönemde büyük yankı
yaratmış olan İnce Memed’de yazarın geleneksel masal, efsane tema ve
motiflerinden yararlanarak çağdaş düzeyde romantik bir öykü kurduğu
gözlenir. Teneke (1967), Çukurova yöresindeki çeltik ağalarına karşı
mücadele eden ve köylünün yanında yer alan genç ve idealist bir kaymakamın
trajik öyküsünü işler, “aydının mücadele gücü”nü dile getirir.
Daha sonra bu romanı iki perdelik oyun biçiminde sahneye uyarlamıştır.
Psikoloji ve simgesel öğelerin yer yer ağır bastığı “Dağın Öteki
Yüzü” üçlemesinin ilk kitabı olan Orta Direk’te (1960) yazar,
“Torosların arka yanındaki” bir köyün insanlarının, pamuk
tarlalarında ırgatlık yapmak için, Çukurova’ya doğru yola
koyuluşlarını, tabiatla dövüşe dövüşe Çukurova’ya varışlarını
anlatır. Roman destansı bir hava içinde ve bu havaya uygun bir Türkçe ile
kaleme alınmıştır. Bu “üçleme” yazarın, Orta Direk’in
önsözünde de belirttiği gibi, kendi yaşantısı ve tanıklığıdır. Dizinin
ikinci kitabı Yer Demir Gök Bakır (1963) bir köy topluluğunun mit yaratması
öyküsüdür. Yer Demir Gök Bakır’da, güçlükler içinde bunalan, yaşama
şartlarını değiştirmek için bir umutları, bir düşünceleri olmayan
köylülerin, insanoğlunun çaresiz kaldıkça başvurduğu çözüme başvurarak, bir
mit yaratmalarını ve bu mite sığınışlarını anlatır. Üçlemenin son kitabı
Ölmez Otu’nda ise bir yandan değişen koşullar içinde bu mitin
yıkılışı anlatılırken, diğer yandan da bir kişinin bir cinayet mitini
yaratışı anlatılır. Üçlemenin ilk iki kitabında korkunç sefalet
koşullarında duygulanımlara kapılmadan, büyük bir serinkanlılıkla ve bir
romancı gözü ile köyün ekonomik ve toplumsal gerçekliği, köylülerin yaşama
ve çalışma koşullarını veren Yaşar Kemal Ölmez Otu’nda nesnel
koşulları geri plana alarak doğrudan doğruya insana eğilir.
“Irmak Roman” niteliğindeki “Akçasazın Ağaları”
adlı dizinin ilk iki kitabı Demirciler Çarşısı Cinayeti (1973) ve Yusufcuk
Yusuf’ta (1975) ülkenin tarihsel gelişimi sürecinde
Çukurova’daki toplumsal yapının değişimi anlatılır: Derebeyi artığı
ağa tipinin çöküşünü, yok oluşunu ve bu yok oluşa koşut giden gelişmeyi;
bir başka yönüyle Demokrat Parti’nin kredi yardımları ile tarımdan
para kazanan ağaların sanayiye yatırım yapmalarını anlatarak eski toprak
ağalarının yavaş yavaş sanayici olmaları sürecini betimler. Ne var ki Yaşar
Kemal bu toplumsal değişme sürecinin üzerinde fazla durmaz; asıl göstermek
istediği, bir düzenin çöküşü ve yozlaşmasıdır. Bu romanlarında
Çukurova’da kapitalizmin gelişmesiyle yok olmaya yüz tutan bir
yapının son çırpınışlarını, toprak ağası iki ailenin gerçeğinde verir.
Hüyükteki Nar Ağacı’nda, Çukurova’da tarımdaki makineleşme
sonucunda ortaya çıkan işsizlik sorunu ele alınır. Çukurova’ya
çalışmaya inen kırsal kesim insanının bu yeni gelişme karşısındaki dramını
ve çaresizliğini işler. “Kimsecik” üçlemesinin ilk kitabı
Yağmurcuk Kuşu yarı özyaşam öyküsü niteliği taşımaktadır. Van Gölü
kıyısındaki bir köyden yine Çukurova’ya göçen bir ailenin
karşılaştıkları sorunlar çevresinde göç serüveni yansıtılır. Bu üçlemenin
ortak noktasını köy insanlarının, özellikle de bir köy çocuğunun duyguları,
düşünceleri, özleyişleri oluşturmaktadır. “Korku” teması bu
“üçleme”nin odağında yer almaktadır. Özellikle
“üçleme”nin ikinci kitabı Kale Kapısı “korkunun
romanı” olarak nitelenebilir. “Üçleme”nin son kitabı
Kanın Sesi bir evdeki kişilerin, daha çok da bir çocuğun, Salman’ın
öyküsüdür aynı zamanda, Salman’la birlikte bütün çocukların
öyküsüdür. Kanın Sesi “korkunun sesi”, “cinayetin
sesi” olduğu kadar “sevginin sesi”dir de.
Yaşar Kemal pek çok yapıtında Anadolu’nun efsane ve masallarından
yararlanmıştır. Halk öykücülüğünden yola çıkarak, sözlü gelenekte yaşayan
Köroğlu, Karacaoğlan, Alageyik öykülerini Üç Anadolu Efsanesi (1967) adıyla
yeniden kaleme almıştır. Ağrıdağı Efsanesi’nde (1970) bir aşk
olayından yola çıkarak ve bu simgesel tema içerisinde baskı karşısında
halkın dayanışma gücünü; Binboğalar Efsanesi’nde (1971) ise Toros
eteklerindeki Türkmen göçebelerin yerleşik düzene geçmeleriyle ortaya çıkan
güçlükleri, düş kırıklıklarını ve geçmiş yaşamlarına duydukları özlemi
anlatır. Osmanlının son dönemlerinde haksızlıklara karşı dağa çıkmış bir
eşkıyanın yaşamını Çakırcalı Efe’de (1972) ele alır. Filler Sultanı
ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca’da ise yine bir halk öyküsünden
yola çıkar; alegorik bir üslupla sömürenlerle sömürülenler arasındaki
ilişkiler anlatılır.
Yaşar Kemal 70’li yılların ortalarından itibaren yazarlığında yeni
bir yönelimin ürünleri olarak nitelenebilecek ürünler vermeye başlar. Al
Gözüm Seyreyle Salih (1976), Kuşlar da Gitti (1978) ve Deniz Küstü (1978)
romanlarında yazar ilk kez Çukurova dışına çıkarak kenti ve deniz insanını
konu edinir. Deniz Küstü’de büyük kentin karmaşasını, yozluğunu
işler. Deniz insanının kentteki yaşam serüveninden yola çıkarak kente
yabancılaşmasını, deniz doğasının yok oluşunu yansıtır. Aynı olguyu Kuşlar
da Gitti’de çocukların dünyasından ele alır. Bir deniz kasabasındaki
insanların sorunlarını, uğraşılarını, birbirleriyle ilişkilerini Al Gözüm
Seyreyle Salih’te dile getirir.
“Bir Ada Hikâyesi” üçlemesinin ilk kitabı olarak kaleme aldığı
Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’da Ege’de mübadele hükümleri
gereğince Yunanistan’a göç ettirilen Rumların boşalttığı bir ada
ekseninde Balkan Savaşı’ndan Sarıkamış’a, değin yakın tarihte
yaşanan acıları dile getirir. K. Şahin, romanı değerlendirirken
“Romanın asıl amacı, mübadele sonrasının kıpırtısızlığında bu
topraklarda yaşanan savaşlara, çoktan unutulmuş olan, kimsenin sözünü bile
etmediği, etmek istemediği savaşlara dair bir şeyler anlatmak sanki”
der.
Yazarın Anadolu insanının sözlü anlatım geleneğinin ürünleri olan
destanlardan, ağıtlardan, halk öykülerinden, masallardan, türkülerden ve
çağdaş roman tekniklerinden yararlanarak vardığı bireşim ve üslup onu her
bakımdan özgün bir çağdaş sanatçı kimliğine ulaştırmıştır. Kurduğu imge ve
mit dünyası, benzetmeler, betimlemeler, doğanın tüm yönleriyle anlatımı,
kullandığı dil, yerel sözcükler ve deyimler, atasözleri, yakarışlar,
sövgüler onun anlatımını canlı ve etkileyici kılan özellikler olarak
görünmektedir. Anlatımındaki özgünlük “düşle gerçeği, doğayla insanı
iç içe” vermedeki başarısından kaynaklanmaktadır. Yarattığı dünyanın
dış görünümünü etkileyici bir biçimde çizer. Şiirsel üslubu, olağanüstü düş
gücü, modern romanla epik anlatım biçimlerini başarıyla bağdaştırması onu
özgün kıldığı kadar güçlü de kılan özellikleridir.
Yazarın İnce Memed adlı romanı yaklaşık 40 dile çevrilerek yayımlandı.
Diğer romanları da çok sayıda yabancı dile çevrildi; kitaplarının
yurtdışındaki baskısı 140’tan fazladır. Bu bağlamda uluslararası bir
üne sahip olan Yaşar Kemal ilgili kurum ve kişilerce Nobel Edebiyat
Ödülü’ne de aday gösterilmiştir.
Roman ve öykülerinden yapılan uyarlamalarla çağdaş Türk tiyatrosuna da
katkıları oldu; Yer Demir Gök Bakır, “Uzundere” adıyla
1965’te, Teneke yazarın oyunlaştırması ile Gülriz Sururi-Engin Cezzar
Tiyatrosu tarafından 1965’te ve Ağrı Dağı Efsanesi 1974’te
çeşitli tiyatrolar tarafından sahnelendi. Birçok yapıtı da sinemaya
uyarlandı. Bunlardan “Beyaz Mendil”i 1955’te Lütfü Akad;
“Namus Düşmanı”nı 1957’de Ziya Metin;
“Alageyik”i 1959’da, “Karacaoğlan’ın
Sevdası”nı 1959’da ve “Ölüm Tarlası”nı
1966’da Atıf Yılmaz; “Ağrı Dağı Efsanesi”ni 1974’te
Memduh Ün; “Yılanı Öldürseler”i 1981’de Türkân Şoray,
“İnce Memed”i 1984’te Peter Ustinov ve “Yer Demir
Gök Bakır”ı 1987’de Zülfü Livaneli yönetti.
Bibliyografya
Öykü
Sarı Sıcak, İst.: Varlık, 1952
Bütün Hikâyeler, İst.: Cem, 1975.
Roman
İnce Memed, 1. c., İst., 1955; 2. c., İst., 1969; 3. c., İst., 1984; 4. c.,
1987
Teneke, İst.: Varlık, 1955
Orta Direk, İst.: Remzi, 1960
Yer Demir Gök Bakır, İst.: Güven, 1963
Ölmez Otu, İst.: Ant, 1968
Akçasazın Ağaları / Demirciler Çarşısı Cinayeti, İst.: Cem, 1974
Akçasazın Ağaları / Yusufcuk Yusuf, İst.: Cem, 1975
Yılanı Öldürseler, İst.: Cem, 1976
Al Gözüm Seyreyle Salih, İst.: Cem, 1976
Allahın Askerleri, İst.: Milliyet, 1978
Kuşlar da Gitti, (uzun öykü) İst.: Milliyet, 1978
Deniz Küstü, İst.: Milliyet, 1978
Hüyükteki Nar Ağacı, İst.: Toros, 1982
Yağmurcuk Kuşu / Kimsecik I, İst.: Toros, 1980
Kale Kapısı / Kimsecik II, İst.: Toros, 1985
Kanın Sesi / Kimsecik III, İst.: Toros, 1991
Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana, İst.: Adam, 1997
Karıncanın Su İçtiği, İst.: Adam, 2002
Tanyeri Horozları, İst.: Adam, 2002.
Destansı Roman
Üç Anadolu Efsanesi, İst.: Ararat, 1967
Ağrıdağı Efsanesi, İst.: Cem, 1970
Binboğalar Efsanesi, İst.: Cem, 1971
Çakırcalı Efe, İst.: Ararat, 1972.
Röportaj
Yanan Ormanlarda 50 Gün, İst.: Türkiye Ormancılar Cemiyeti, 1955
Çukurova Yana Yana, İst.: Yeditepe, 1955
Peribacaları, İst.: Varlık, 1957
Bu Diyar Baştan Başa, İst.: Cem, 1971
Bir Bulut Kaynıyor, İst.: Cem, 1974.
Deneme-Derleme
Ağıtlar, Adana: Halkevi, 1943
Taş Çatlasa, İst.: Ataç, 1961
Baldaki Tuz, (1959-74 gazete yazıları) İst.: Cem, 1974
Gökyüzü Mavi Kaldı, (halk edebiyatından seçmeler, S. Eyüboğlu ile)
Ağacın Çürüğü: Yazılar-Konuşmalar, (der. Alpay Kabacalı) İst.: Milliyet,
1980
Yayımlanmamış 10 Ağıt, İst.: Anadolu Sanat, 1985
Sarı Defterdekiler: Folklor Derlemeleri, (haz. Alpay Kabacalı) İst.: Yapı
Kredi, 1997
Ustadır Arı, İst.: Can, 1995
Zulmün Artsın, İst.: Can, 1995.
Çocuk Romanı
Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca, İst.: Cem, 1977
Çeviri
Ayışığı Kuyumcuları (A. Vidalie; Thilda Kemal ile), İst.: Adam, 1977
Söyleşi ( Ahmet Taner Kışlalı & Yaşar Kemal )
Demokrasi, Roman, Dil, Eğitim, Sanat, Politika Üzerine
Haftaya Bakış, 22-28 Mart 1987
Ahmet Taner Kışlalı :
— Kaç dilde, kaç kitabınız yayımlandı?
Yaşar Kemal :
— 36 dilde, zannediyorum 183 kitap oldu. İnce Memed dünyada 3
milyondan fazla basıldı. Yalnız Almanyadaki son baskısı 150 bin. Norveçte,
Danimarkada, Fransada okul kitaplarına aldılar. Avrupa Konseyinin
girişimiyle, bütün konsey üyesi ülkelerde ders kitaplarına alınacakmış.
— Ya Türkiye’de?
— Sizin zamanınızda okul kitaplarına girmişti, şimdi devam ediyor.
— İnce Memed’in uluslararası düzeyde, bu ölçüde ilgi görmesini
neye bağlıyorsunuz?
— Bunu ben de merak ediyorum. Örneğin Fransadaki başarıyı anlıyorum
da, İskandinavyadakini anlayamıyorum. İskandinavya, kitaplarımın en çok
satıldığı, en çok sevildiğim yer. Bizde 40 derece sıcak, onlarda 40 derece
soğuk. Ayrı bir insan kültürü, ayrı bir insan tipi olması lazım... Ama biz
2 bin yıl önceki klasikleri de anlıyor ve seviyoruz. Shakespeare’i
düşünelim. Boyuna aristokratları, kralları yazmış. Bugün götürün Othelloyu
Anadoluya, yıllarca oynar. Nasıl oluyor? İnsanoğlunun bütün insanlarda
ortak olan bir yanı var. Onu bulduğun zaman, herkese hitap
edebiliyorsun.
— Nasıl doğdu İnce Memed?
— Benim çocukluğum eşkıyalığın içinde geçti. Dayım en büyük
eşkıyalardan biriydi. 1936’lara kadar, 500 dolayında eşkıya vardı o
çevrede. Bunlardan biri de, Karamüftüoğlu ailesinden ünlü Remzi Beydi.
Kurtuluş Savaşında Kadirliyi ilk örgütleyenlerden... İlk İnce Memed
hikayesinde çakırdikeni diye bir diken var. Onu bana Remzi Bey anlattı.
Remzi Beyle eşkıyalığın felsefesini yaptık. Amcamın oğlu Rıza da eşkıya
oldu, dağda vuruldu. İlk romanımın İnce Memed olmasının nedeni bu. Başka
türlü de olamazdı zaten. Bu kadar eşkıya tanımışım, akrabalarımdan
eşkıyalar çıkmış, dağlarda 500’den fazla eşkıya var. Ondan sonra da,
en büyük eşkıyalardan biriyle yıllarca konuşmuş, tartışmışım...
— Yurtdışında çok önemli ödüller kazandınız, Nobel’e aday
gösterildiniz. Fransa Cumhurbaşkanı Mitterrand’ın özel konuğu
oldunuz... Türk devleti de size ilgi gösterdi mi?
— Türkiyede devletten bırakın ilgiyi, zarar görmediğim zaman
neredeyse olmadı. Bir tek sıkıntısız pasaportu sizin döneminizde aldım.
Ağırıma giden ne biliyor musunuz? Cino Del Duca ödülünün verilişi nedeniyle
Pariste düzenlenen törene bütün büyükelçiler, önemli kişiler çağrılmıştı.
12 Eylül dönemiydi. “Eğer Türk büyükelçisi de davet edilmezse ben de
bu törene katılmam,” dedim. Dayatınca çağırdılar. Ama büyükelçi
gelmeyince rezil oldum tabii. UNESCO’daki Türk büyükelçisi bile
gelmedi.
— Peki bunun yorumunu nasıl yapıyorsunuz? Dünya çapında bu kadar
büyük bir ilgi topluyorsunuz. Kendi ülkenizde halktan büyük saygı
görüyorsunuz. Ama ülkeyi yönetenler çok farklı davranıyor.
— Ben Türkiyede hiçbir dönemde demokrasinin var olduğuna inanmıyorum.
Siz bakanken, İnce Memedin senaryosunu sansürden geçirmek için ne kadar
uğraştığınızı biliyorum. Sonra Genelkurmaydan sansür kuruluna bir yazı
geliyor ve tüm çabalarınız boşa gidiyor. Bu mu demokrasi?
— Bu yalnızca bir demokrasi sorunu mu? Yoksa devleti yönetenlerin,
devlete egemen olanların zihniyetleri sorunu mu?
— Türkiyede politik bir düzey var. Bu düzey kimseyi dinlemez. Onun
için ne yazarlık, ne sanatçılık, ne de kültür kutsallığı vardır. Azgelişmiş
ülkenin politikacısı da ona göredir, aydını da.
— Gene de, devleti yönetenlerin size bir Mitterrand veya bir Gorbaçov
kadar ilgi göstermeleri gerekmez mi?
— Bizim devlet adamlarıyla herhangi bir ilişki kurmak istemiyorum
doğrusu. Benim elim varmaz Türk Dil Kurumunu kapatan insanlarla dostluk
kurmaya, yahut selam vermeye...
— Sinemalar kapanıyor, tiyatrolar zorlanıyor, okuyan az, müzikte bir
yozlaşma başladı. Bu olumsuz değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz? Siz
kültür bakanı olsaydınız ne yapardınız?
— Ben bu durumda, akıllıca bir adam olduğum için kültür bakanı olmam.
Ama bu durumun bize özgü olmadığı da bir gerçek. Koskoca Amerikaya bakın.
Artık bir Faulkner, bir Hemingway, bir Caldwell yok. Fransada bir Sartre,
bir Camus çıkmıyor, Sovyet romanı Cengiz Aytmatovların, Rasputinlerin
sırtında gidiyor biraz. Bizde ise, Mustafa Kemal atılımının getirdiği hız
kesildi. Bütün ülkeler açısından bir geçiş herhalde bu...
— Kemalist atılımın hızı niçin kesildi?
— Biz Hindistan gibi silahlı işgale uğramadık, ama kültür işgaline
uğradık. 1880’lerden sonra Anadoluda müthiş bir Amerikan koleji
salgını olmuştu. 200 yıldır Batıyı taklit ediyoruz. Maymundan insan çıkmaz.
Bir milyon taklitçiden bir büyük şair çıkarsa, taklitçi olmayanlardan çok
çıkar. Mustafa Kemal, kendine dönüşü bir yöntem olarak almış. Mustafa Kemal
gelmeseydi, Yunus Emreyi çok zor keşfederdik. Karacaoğlanı, Köroğlusu güme
giderdi. İstanbulla sınırlı taklit kültürü, halkı etkileyememişti. Oysa
şimdi durum değişti. Artık tüketici kültürü söz konusu. Radyoyu,
televizyonu halka satmak zorunda. Ellerinde büyük güç var. Sinemanın,
televizyonun gücü, dehşet bir güç. Buna karşı ulusal kültürleri savunmak
kolay olmuyor. Türkiyeyi yönetenlerin çoğu da, kimi bilerek, kimi
bilmeyerek onların yanında.
— Ben yeniden deminki soruma dönüyorum: Ne yapılabilir?
— Ben yapabileceğimi yapıyorum. Bir yazar olarak, dilimi geliştirmeye
çalışıyorum. O kendine dönüş daha bizde bitmedi. Halk büyük yaratıcı. Ben
hep düşünmüşümdür, kilim niye Picasso resmi kadar güzel diye. Çünkü bu
motif, on bin senenin ürünü. Halk büyük yaratıcı... Oğlan sevdi, kız ağladı
diye film çevriliyor Türkiyede. Korkunç bir şey. Halk bunu istiyor,
diyorlar. Oysa halk Yunus Emreyi yaratmış. Müthiş bir düzeydir halkın
ulaştığı. İşte ben bu düzeyden yararlanarak dilimi geliştirmeye
çalışıyorum. Dil en belirli, en sürekli sanattır. Televizyondan da daha
etkili araçlar gelir günün birinde, ama dil önemini yitirmez.
— Öz kaynaklardan, ancak ulusal kültürden hareketle bir sanatçının
evrenselleşebileceğine inanıyorsunuz. Siz de bunun en iyi örneğisiniz
zaten.
— Bu bir usta-çırak meselesidir. Onun için hocam Dede Korkut. Ama
Stendhal’i, Cervantes’i, Çehovu bilmeden de edebiyat yapılmaz.
Bir Türk, Dede Korkutu, Yunus Emreyi, Türk masallarını bilmeden roman
yazarı olamaz. Önce kendi kültürünün, sonra da dünya kültürünün vardığı
aşamaları bilmezsen, sanat yapamazsın. Ulusal kültürle dünya kültürünü
birleştirmek zorundasın.
— Dile ve anlatıma çok önem verdiğinize göre, Türk dilinin yeterince
zengin olduğuna inanıyor musunuz?
— Dil ancak yazılı edebiyat olduğu zaman gelişir. Dede Korkut
masalları 14. yüzyılda yazıya geçiyor. Yazılı halk edebiyatı Anadolu dilini
geliştiriyor. Anadolu Türkçesi büyük bir birikimin ürünü. Önce göçebe bir
halkız, doğa ile ilgili sözcükler zengin. Hayvan adları, çiçek adları gibi.
Yürüyen insanın, göçebenin müthiş ilişkileri oluyor. Araplarla ilişkisi
var, oradan alıyor. Sonra Anadoluya gelince, toprağa yerleşmek zorunda
kalıyor. Tarım araçlarının çoğu, yerli halkın sözcükleri. Kervan yoluyla
sözcükler de geliyor. Bir de eski kalıntıları var Anadolu halkının. Zengin
bir Anadolu Türkçesinin doğması bundandır.
— Bizde ve dışarıda, en sevdiğiniz yazar ve ozanlar kimler?
— Nâzım Hikmet yalnız Türkiyenin değil, dünyanın en büyük
şairlerinden biri. Nâzım hapisaneye girince, Anadolunun zengin Türkçesiyle
karşılaştı ve o sayede büyüdü. Mustafa Kemalin başlattığı kendine dönüş
içinde, Nâzım Hikmetin çizdiği yerele gitme, ulusala gitme hepimizin yolu
olmalıdır. Onun için Nâzım Hikmeti severim. Ondan sonra gerçekten çok
sevdiğim yazar, kendine özgü olan Sait Faiktir. Ben hala, romanlarıma
başlamadan önce Sait Faik okurum. Orhan Kemalin birkaç eserini çok severim.
Bereketli Topraklar Üzerinde, Murtaza, Baba Evi, Avare Yıllar falan...
Fakir Baykurtun Kaplumbağalarını, Tırpanını severim.
— Eskilerden?
— Dede Korkut ve Evliya Çelebi.
— Dışarıdan?
— Batılı yazarlardan en sevdiğim William Faulkner’dır. Klasik
yazarlardan da en çok Stendhal’i ve ondan sonra Çehovu severim. Zaten
benim yazarlık hayatımda iki ustam vardır: Charlie Chaplin ve Çehov.
— Nobel’e aday gösterildiniz. Başka bir ülkenin yazarı
olsaydınız, acaba daha mı kolay alırdınız?
— Yok. Ben bir kasıt olduğunu sanmıyorum. Beni aday bile yapmaları
büyük bir onur. Adayları İsveç Yazarlar Birliği ve İsveç İlimler Akademisi
gösteriyor. Bir kere aday gösterilince, ölünceye kadar o adaylığınız
sürüyor. İsveç halkının gösterdiği inanılmaz sevgi yeter bana. İsveçte şu
ana kadar 18 kitabım yayımlandı. Ben iyi bir yazarım da, bana niye Nobel
vermiyorlar, demek yanlış. Dünya çok büyük ve çok büyük de yazarlar var.
— Bir zamanlar Türkiye İşçi Partisi’nin önde gelen
isimlerindendiniz. Gene siyasete dönmeyi düşünüyor musunuz?
— 17 yaşımdan bu yana sosyalist politikanın içindeyim. TİP’e
girdiğim zaman, bütün yaşamımla girdim. Romanımı, hikayemi, her şeyi
bıraktım. İşçi partisinde bir er gibi çalıştım. Benim kişiliğim bu... Şimdi
64 yaşındayım ve romanda hala istediğimi yapamadım. Bana göre, attığım taş
hala istediğim kuşu vuramadı. Elbette politika insan olmanın koşullarından
biridir. Eğer insansam politik bir insanım, yazarsam politik bir yazarım.
Ama artık vaktimi romanımdan başka bir şeye veremem.
— Solda yeni partileşme çabalarını destekliyor musunuz?
— Demokrasinin gelişebilmesi için, bir Marksist partiye Türkiyede
ihtiyaç var.
— Nasıl bir sol modelden yanasınız?
— Her ülke sosyalist modelini kendisi kurar. Sovyetlerin 70 yıldır
yaşama geçmiş modelini kabul edemeyiz. Yüzde yüz bağımsızlıktır sosyalizm.
Kişi bağımsızlığı, ülke bağımsızlığı, politik bağımsızlık, ekonomik
bağımsızlık, özellikle de kültürel bağımsızlık... Sosyalizmin başka bir
anlamı yok benim için. Bu çağa gelinceye kadar kültürler biribirlerini
beslemişlerdir, yok etmemişlerdir. Oysa çağımızda, kültürler kültürleri yok
etmek için, bilinçli olarak kullanılmışlardır, emperyalistler tarafından.
Benim için dünya bin çiçekli bir kültür bahçesidir; bir çiçeğin bile yok
olmasını, dünya için büyük bir kayıp sayarım.
— Bazı solcularımız çifte ölçüt kullanıyorlar. Örneğin Şili’de
olanlara karşı çıkarken Polonya’dakine, Afganistan’dakine karşı
çıkmıyorlar. Geçmişte Macaristan ve Çekoslovakya’da daha özgürlükçü
sosyalist deneyimleri Sovyetler zor kullanarak önlediğinde de benzer bir
durum görülmüştü. Sizin görüşünüz ne?
— Macaristan olayında üzüntümden hastalanmıştım. Çekoslovakya
olayında da tepkim çok sert olmuştu. Ama Afganistan olayını farklı
görüyorum. Kendisi çağırmış ve dövüşüyor adam. Buna karşı, Sovyetlerin
yerinde olsam ben oraya gitmezdim. Herkes kendi yağıyla kavrulmayı
öğrenmelidir. Eğer o halk sosyalizmi benimseyecek noktaya gelmemişse, bunun
faydasından çok zararı olur.
— TİP’in bölünmesinde, M. Ali Aybar’ın ve sizin,
Çekoslovakya olayı karşısındaki tutumunuz da rol oynamıştır.
— Olacak bunlar. Türkiye, çok aydın kafası olan değil, bağımlı kafası
olan bir yer. 200 yıldır Batıyı özümsemek dururken, taklit etmişler. Ama
insanları bağımsız düşündürmek de, bizim savaşımlarımızdan biri olmalı. Ben
hiçbir zaman Sovyetler Birliğine düşman değilim. Ama benim bağımsızlığıma,
sosyalizmime karşı koyduğu zaman, onunla da savaşmak zorundayım.
— Solculuğu milliyetçilikle bağdaştırır mısınız?
— Evrensel değerlerin bile mutlaka ulusal bir giysisi vardır.
Yaratıcılığı besleyen değerler, ulusal kültürlerdir. Bir Dede Korkutu, bir
Yunus Emreyi, hiçbir sağcı Nâzım Hikmet kadar iyi anlayamaz. Bir sağcının
Dadaloğlunu benim kadar anlaması mümkün değil. Çünkü benim temel felsefem
oraya dayanıyor.
— Zaman zaman sözünü ettiniz ama, bir bütün olarak Mustafa
Kemal’i nasıl görüyorsunuz?
— Vaktim olsa Mustafa Kemalin hayatını yazmak isterdim. Tıpkı İnce
Memedi yazdığım gibi... Ben İnce Memedde başkaldırıyı savundum.
İnsanoğlunun en büyük değerlerinden birisi, başkaldırıdır. İnsanın doğaya
başkaldırısı, insanın insana başkaldırısı, insanın zulme başkaldırısı...
Mustafa Kemal bir kere, büyük bir başkaldırının büyük bir timsaliydi...
Emperyalizme karşı, halka dayanarak bilinçli dövüşmüş bir insandı. Diliyle,
tarihiyle, tüm olarak kültürüyle Türkiyeyi kendine döndürebilmek için
dehşet bir çaba harcamış. Mustafa Kemali bütün içinde ele aldığınızda,
hataları çocuk oyuncağı kalır. Kişiliği olan bir toplum yaratması, olacak
şey değil. Esas olan bu. Mustafa Kemal, kuşkusuz çağın büyüklerinden
biridir.
— Türk Dil ve Tarih kurumlarının başına gelenlere ne diyorsunuz?
— Saygıları da yok Atatürke. Adam parasını koyuyor ortaya. Çaldığı
çarptığı para değil, maaşından artan parayı, yemiyor, içmiyor TDK ve
TTK’ya destek yapıyor. Anayasa ile adamın vasiyetine müdahale edip
mülkünü elinden alıyorlar. Böyle bir şey dünyanın hiçbir yerinde, hatta
Hitler yönetiminde bile olamaz. Ben bu cinayete katılmıyorum. Eğer Atatürke
saygılı bir kuşak doğmuşsa, bu ülkenin kültürünün yaratıcısı olan kişiye
saygılı bir kuşak varsa, bu değişecektir. Bugün olmasa da, bir gün Türk
halkı, Atatürke bizim anladığımız anlamda saygı duyacaktır. Çaresi yok.
— Türk halkını ve özellikle de kırsal kesimi en iyi tanıyan
kişilerden birisiniz. Gericilik konusunda ne düşünüyorsunuz?
— Fransız devriminden Sovyet devrimine kadar, bütün devrimlerde
aşırılıklar olmuştur. Atatürk devriminde de, dine karşı bazan aşırı
gidilmiştir. Buna karşı bir tepki doğaldır. Yalnız 1950’de iktidara
gelen Menderes politikası tutucudur ve Atatürke, devrimine karşıdır.
Gericilik metotlu olarak, devlet eliyle, hükümet eliyle bu noktaya
getirildi. Ama Anadolu halkı gene de bunlarla beraber değil. Özellikle de
köylü, yaşam biçimiyle laiktir. Ben çarşafı ilk kez, bizim köyden
Osmaniyeye bir kız gelin gittiğinde görmüştüm. Kızlar ve oğlanlar hala
birlikte halay çekerler.
— Tarikatçılığı da devlet mi destekledi?
— Tarikatlar her zaman oldu. Her zaman olacak. Müslümanlığın
koşullarından biri de tarikatlardır, bu doğaldır. Ama tarikatların politik
olarak örgütlenmesine devlet en azından göz yummuştur. Cemalettin Kaplan
bir din adamı değil, politik bir liderdir.
— Bir köy çocuğu olarak, Köy Enstitüleri olayını nasıl
değerlendiriyorsunuz?
— Hoca geliyor, söylüyor, çocuklar ezberliyor. Bu, çocukları
köleleştirme eğitimidir. Köle olan köle yapmaya çalışır. İnsanlar her yerde
böyle yetiştirildikçe, barış olmaz... Biz Köy Ensitüleri ile eğitime,
yaşayarak ve yaratarak eğitimi katmıştık. Böyle bir eğitime doğru
gidilseydi, dünyada savaş olmazdı. Öyle yetişen insan, atom bombasını
atamazdı. Çünkü o, doğayla, gökyüzüyle, eşyayla birlikte gelişen gerçek bir
insan olurdu. 20. yüzyılda Türklerin yarattığı ve insanlığa armağan ettiği
en büyük iştir Köy Enstitüleri. Ben üç şeyle övünmesini isterim Türkiyenin:
Atatürkün getirdiği kendine dönüş ve bağımsızlık politikası, Hakkı Tonguçun
getirdiği demokratik eğitim ve Nâzım Hikmetin getirdiği insancıl ulusal
şiir... Az katkı değildir bunlar. İnsanlığa, atom icat etmekten daha büyük
bir katkıdır. Çünkü atomu insanları öldürmek için kullanıyorlar.
— Söyleşimize İnce Memedle başladık, izin verirseniz İnce Memedle
kapatalım. Birinci İnce Memedden sonra otuz yıldan fazla süre geçti ve siz
İnce Memedin dördüncüsünü de yazdınız. İnce Memed ile neyi vermeye, neye
ulaşmaya çalışıyorsunuz?
— İnce Memedi yazmaya, tam kırk yıl önce, yani 1947’de
başladım. Bir roman mimarisi, roman biçimi üzerinde çok durdum, İnce
Memedin dört cildi de, Çukurova betimlemesi ile başlar, belirli bir biçim
içinde sürer. O biçim içindeki öz, mecbur insandır. Kavga etmeye,
başkaldırmaya mecbur insan. O mecbur insanlar kuruyor dünyayı. Mecbur
insanlar ve yüreklerindeki kurt. Mecbur insan, bizden önce de vardı, sonra
da var olacak. İnce Memed, tüm tarih boyunca, Anadolu tarihi boyunca,
başkaldıran insanın destanıdır.
— Siz romancılığa ne getirdiniz, neyi getirmek istediniz?
— 19. yüzyıl, romancılıkta altın çağdır. 19. yüzyıl romanı, müthiş
verdi insan ilişkilerini. Doğayı bile dekor olarak kullandı, ama dehşet
kullandı. Yalnız insanoğlunun ilişkileri doğa içinde sıkışmıştı. Oysa ne
gökten yağdığı, ne yerden bittiğini gördüğü zaman, insan kendisine başka
bir dünya kuruyor, kendi yarattığı dünyaya sığınıyor. İşte benim vermeye
çalıştığım bu!
cevizagaci da alinti
Ödüller
“Dünyanın En Büyük Çiftliğinde Yedi Gün” adlı röportaj dizisi
ile 1955 Gazeteciler Cemiyeti Başarı Armağanı
İnce Memed ile 1956 Varlık Roman Armağanı
Teneke’den aynı adla uyarlanan oyunu ile 1966 İlhan İskender
Armağanı
“Teneke” oyunu ile 1966 Uluslararası Nancy Tiyatro Festivali
Birincilik Ödülü
Demirciler Çarşısı Cinayeti ile 1974 Madaralı Roman Armağanı
Yer Demir Gök Bakır ile 1977 Fransa Eleştirmenler Sendikası En İyi Yabancı
Roman Ödülü
Ölmez Otu ile 1978’de Fransa’da En İyi Yabancı Kitap Ödülü
Binboğalar Efsanesi ile 1979 Fransa “Büyük Jüri” En İyi Kitap
Ödülü
1982 Uluslararası Cino Del Duca Ödülü
1984 Fransız Legion d’Honneur Ödülü Commandeur payesi
1984 TÜYAP Kitap Fuarı Halk Ödülü 1985 Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü
Kale Kapısı ile 1986 Orhan Kemal Roman Ödülü
1988 TÜYAP Kitap Fuarı Halk Ödülü
1988 Fransa Kültür Bakanlığı Commandeur des Arts et des Lettres Nişanı
1991 Fransa Strasbourg Üniversitesi Onur Doktorası
1992 11. TÜYAP Kitap Fuarı Onur Yazarı
1992 Antalya Akdeniz Üniversitesi Onur Doktorası
1993 Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü
1994 Mülkiyeliler Birliği Rüştü Koray Armağanı
1996 Türkiye Yayıncılar Birliği Düşünce Özgürlüğü Ödülü
Kanun Sesi ile 1996 Akdeniz Yabancı Kitap ödülü (Perpignan, Fransa)
1996 VIII Katalunya Uluslar arası Ödülü (Barcelona, İspanya)
1996 Hellman/Hammet Baskı ?????????? Cesaret Ödülü, New York
1997, Nonino Ödülü (?????????, İtalya)
1997, Kenne Vakfı Düşünce ve Söz Özgürlüğü Ödülü (Uppsda, İsveç)
1995 Morgenavissen Jylaand-Pösten Ödülü (Danimarka)
1997 Norveç Yazarlar Birliği ödülü, Wole Soyinka ile ortak
1997 Frankfurt Kitap Fuarı Alman Yayıncalar Birliği ödülü
1998 Frei Üniversitesi Berlin fahri doktora
1998 Bordeaux Yayıncılar Birliği Yabancı Edebiyat ödülü
2002 Bilken Üniversitesi fahri doktora
2003 Z. Homerus Şiir ödülü
2003 Savanos ödülü (Selanik)
2003 Türkiye Yayıncılar Birliği Yayıncılık Emek ödülü.
____________________
Ya olduğun gibi görün, ya da
göründüğün gibi ol.