Şems ile karşılaşmak
"Mevlânâ at üzerinde gelirken, beş yüz kişi yanında ve âlimler sağında
solunda koşuşuyorlar. Şems, Mevlânâ'nın atının başını tuttu:
– Peygamberimiz (sav) mi büyüktür, Bayazid-î Bestami mi büyüktür?
Mevlânâ kızdı.
– Bayazid-î Bestami kim oluyor ki, Peygamberimizden büyük olsun.
Şems:
– Ben de biliyorum, Peygamberimiz (sav) büyüktür, ama kafama bir şey
takılıyor.
Peygamberimiz (sav) buyurdu:
Hadîs-i Şerif:
Manâ'sı: Ya Rabb'i, ben sana hakkı ile arîf olamadım. Seni hakkı ile
bilemedim.
Bayazid-î Bestami buyurdu:
– Sübhanî ma azami şanî.
Ben, Sübhan değil miyim, benim şanım büyük değil mi? Açıkçası; "ben Allah
değil miyim, benim şanım büyük değil mi", demektir. Peygamberimiz (sav)
"Ben Allah (cc)'ı hakkı ile bilemedim" diyor. Bayazid-î Bestami: "Ben Allah
değil miyim, benim şanım büyük değil mi?" diyor. Neden dedi? deyince,
Mevlânâ, soru zor, ağır bir soru olduğu için durmak ve düşünmek zorunda
kaldı. Sorunun cevabını vermesi beş dakika sürdü. Şems, bu beş dakika
içinde huzura vardı, yapacağını yaptı. Maksadı Mevlânâ'ya soru sormak
değil, irşâd etmekti. İrşâd edebilmek için de beş dakikaya ihtiyacı vardı.
Mevlânâ cevap verdi:
– Peygamberimizin havsalası (hacmi) bir deryaya, denize benzer, Bütün
suların hepsi denize akar. Deniz dolma, taşma bilmez. Azalma da bilmez.
Bayazid-î Bestami'nin havsalası (hacmi) dar idi. Bir göle benzerdi. Göle,
kışın çok su gelirse doldurur, taşırır. Bayazıd-î Bestami doldu, taştı,
kendi kendîni kaybetti. "Subhanî ma azami şanî" dedi. Peygamberimizinki
deniz gibi idi. Denize ırmaklar kışlı, yazlı akar, taşmak bilmez.
Peygamberimiz(sav)'e, Allah (cc)'tan feyzi İlâhi rahmet geldikçe, Allah
(cc)'ın büyüklüğü, kulun acizliği anlaşılıyor. Denizde dolma, taşma
olmuyor. Allah'tan gelen, her ne kadar gelse ancak "Ya Rabb'i ben sana
hakkiyle arîf olamadım. Ya Rabb'i! Ben, seni hakkı ile bilemedim", dedi.
Şems, o sırada tam huzur tutturmuş "Allah" diye bağırdı. Mevlânâ'ya bir hâl
geldi. At üstünde duramayıp, attan aşağıya düştü. Şems'in ayaklarına
kapandı.
– Bunu bana öğret, dedi. Ortada görünürde öğretilecek bir şey yoktu.
Şems:
– Burda olmaz, evine gidelim, dedi. Beraber evine geldiler.
Mevlânâ'nın bir oda ağzına kadar dolu kitapları vardı. Şems; bu kitapları
havuza atmasını söyledi. Mevlânâ kitapları kucağına doldurup havuza
atıyordu. En sonunda bir kitap kalmıştı. Bu kitap yanında çok kıymetli idi.
Onu da suya atınca, Mevlânâ'nın kalbi karıştı. Bu büyük zâtsa, kitapları
neden suya attırdı, diye kalbine geldi. Şems; Mevlânâ'ya ne düşündüğünü
sordu. Mevlânâ:
– En son attığım kitap, babamdan kalma ve benim için çok mühimdi.
İçinde ezberimde olmayan bir çok mevzular vardı. Şems eline uzun bir değnek
alıp havuzu karıştırdı.
– O kitap ne zaman suyun yüzüne çıkarsa bana haber ver, dedi. Bir
zaman sonra karıştıra karıştıra kitap suyun yüzüne çıktı. Mevlânâ:
– İşte bu kitaptır, deyince Şems:
– Bismillah, deyip kitabı eline aldı ve Mevlânâ'ya uzattı. Mevlânâ
kitabı açtı, hayret etti. Saatlerce suyun içerisinde duran kitabın hiç bir
yerine yaş değmemiş, kitabın içerisinden toz dökülüyor. Şems'e sordu:
– Bu kitabın her tarafının yaşarması, hatta dağılması lâzımdı. Hiç
bir yeri yaşarmamış. Sanki hiç suyun içine atılmamış. Nasıl oldu böyle?
Şems:
– Ben, sana bunu öğretmeye çalışıyorum. Sen kafanı kitaplara
takıyorsun deyince, Mevlânâ kendiliğinden o kitabı da suya attı. Ve irşâd
oldu. Mevlânâ'nın daha evvel zahir ilmi çoktu. Tarîkatı, şeyhliği,
dervişliği benimsemez, bunların aleyhine atardı. Şems'in irşâdı önü
çapraşık, ters bir soru sorma ile başlıyor. Sonu, kitapları suya attırmakla
bitiyor. Demek ki bu aklen, zâhiren olan değil. Şimdi bize burada çok
ibretler var. O kitaplar: Kur'ân, hadîs kitapları. Bunları biz yapsak çok
günâhkâr oluruz. Kur'ân'a saygı çok olmalı diyoruz. Onu kuşak, göbek
beraberinden aşağıda tutmak bile insanı günâhkâr eder. Allah (cc)'ın
kitabına saygısızlık olur, kitaba saygısızlıktır, diyoruz. Bunlar bize
zarar veriyor, onlara zarar vermiyor. Çünkü onlarınkinde ikâz, irşâd,
ayıktırmak ve ilerde gelecek hikmetler var. Büyük işler var. Hem de, Allahu
Teâlâ'nın emriyle olur ve emriyle yapar.
Hz. Ali (ra) ile, Hz. Muaviye (ra) arasındaki harpte, Kur'ân mızrakların
başına dikilip yüzlerce binlerce Kur'ân ayak altında tepeleniyor. Mevlânâ,
Şems'in emri ile bir oda dolusu kitabı havuza suya atıyor. Sonra irşâd
oluyor. O kitapların arasında Kur'ân var, Hadîs var, âyet vardı. Onların, o
hâlleri o zaman için geçerli değil. Kıyamete kadar gelen insanların düşünüp
ibret aldıkça arkasından irşâd çıkar, ayıkmak çıkar. Zâhirde, o hâl
kendînde olmayan kimse kendiliğinden yaparsa Kur'ân'a saygısızlık olur,
günâhkâr olur. Belki de küfre varır. Onlar ilhâmı Allah (cc)'tan alır,
yapar. Biz kendi akıl gücümüzle yaparız. Onların yaptıklarının arkasında
büyük hikmetler, ayıkmalar, ayıktırmalar, müşkülleri çözmeler var. Onun
için hakiki şeyhin yaptığına karışmak câiz değildir. Mevlânâ'nın yüzlerce
talebesi o zaman da ilim öğrenemedi. Mevlânâ'dan istifade edemedi. Ama
Mevlânâ'nın sonradan yazdığı kitaplardan, başından geçen hâllerden
milyonlarca kişi kıyâmete kadar istifade ediyorlar ve edecekler de. İlk
defa görünüşü ters gibi ama sonu çok iyi. İşte tarîkatın, maneviyâtın
meyvesi kazancı sonunda belli olur. Bu da öyle oldu. Onun o zamanın da o
hâllerini bilmediler. Sonunda Mevlânâ da tasavvuf ilmi oldu. Bütün dünya
istifade etti. Kendînin okuyup ilim öğrenmeye çalıştığı kitapların o
kitapları yazan fıkıh tasavvuf âlimlerinin ilmi kendisine gelince kendisi
de ilim deryası oldu. İlmi okuyup öğrenen değil, ilmi söyleyen yazan,
yazdığından kıyâmete kadar bütün müslümanlar, bütün dünya istifade etmeye
başladı. O zamanda millete ters geliyordu. Yüzlerce âlimi yetiştirecekti
diyorlardı. Sonraki yaptığı evvelki yapacağı ile karşılaştırılırsa, yaptığı
dağıttığı ilim derya deniz. O zamanda onları okutmaya devam etse idi. Onun
yanında ufak bir göl gibi olacaktı. Şems Hz. Mevlânâ'yı çok kısa bir
zamanda yetiştirebilmek için Allah(cc)'tan aldığı ilhâmla şeriata, zâhire
ne kadar yaptığı, yapacağı işler ters gelse de yapar, yaptırır, bir mahsuru
yoktur.
Ata sözü: "Kazan taşarsa çömçenin, çömleğin pahası olmaz". Taşmayan kazanda
olur. Misâl: Süt kaynamış taşıyor veya taşacak. Her iş bırakılır, o süt
taşmaması için savrulur, altındaki ateşler çekilir. Daha da olmazsa içine
soğuk su dökülür. Bunlar çok acele, çok hızlı yapılır. Başka zamanki hiç
bir hâle, hiç bir işe benzemez. Çünkü yapılmazsa zarar ziyan büyük olur.
Onun gibi ilerisinde, sonunda İslâmiyet, dîn-i mübîn ve insanlığın çok
faydasına olacak veya engel olacak şeylerin hepsi derhal ortadan kalkması
lazım. Mevlânâ'nın da en fazla engeli kitaplar idi. Her gördüğü duyduğu
işi, hâli kitapla ölçmeye kalkacaktı. Allah (cc) ile kul arasında öyle
şeyler var ki, hayret demişler, başka izâh edememişler. Bunu çok iyi bilen
Şems, Mevlânâ'ya kitapları suya attırdı. Mevlânâ'nın dikkatini kendîne
çekti. Kitapları atışında, çıkarışında, tekrar atışında bütün Mevlânâ'ya
ibretler, ayıktırmalar ikâzlar, irşâdlar vardı. Bizim bildiğimiz gibi
kitabı atmak, çıkarmak, tekrar atmak değil. Meselâ kitabı zâhirde attırır,
bâtında, sevgisini de attırır. Kitabın manevî hâli olan ve manevî sevgisi
olan sevgiyi verebilmek için Peygamberimiz (sav) bir hadîsinde: "İki sevgi
bir gönülde olmaz" buyurmuştur. Zâhir ilmi, bâtın ilmi ikisi de sevmeye
lâyık ama iki sevgi olmaz. Birini tam hakkıyla sevebilmek, ona
bağlanabilmek ve o öğretilebilmek için, o zamanda öyle olması lazımdı.
Yalnız Mevlânâ değil, Yûnus Emre, İbrâhim Ethem gibi binlercesi dünya,
zâhir ile ilişkiyi kesip, bâtından, ilmi aslından almışlardır. Veysel
Karânî de aynıdır. Onun için zâhir ilmi, bâtın ilmine ters düşer. Bâtın
ilmi olduğunu anlayabilmek için de ilerisinde, sonunda büyük ibretler,
hikmetler olması lâzım. Meselâ: Mevlânâ, zâhir ilmini terkedip bâtınında,
zâhirinde, bütün dünyaya faydalı olmayıp yerinde kalsa idi, o zaman
yaptıklarının hiç bir hikmeti yoktu. O yaptıklarının hiç bir manâsı yoktu.
O yaptıkları kendisi için ve İslâm âlemi için belki yararlı olurdu. Ama
şimdikinin yâni manevî ilmin binde biri kadar olmazdı. Şimdi de zamanımız
da yine aynıdır. Yapılan işin, söylenen sözün sonunda büyük hikmetler,
büyük ayıktırmalar oluyor ve bütün müslümanlar ondan ibret alabiliyorsa o
söz, o hâl, o iş ilkinde ne kadar ters gelse de doğrudur. Onun için derler
ki, ata sözü: "Allah encamı(sonu) hayırlı gelen, iyi gelen kullarından
etsin."
Zahiri = yüzeysel dış, dışsal, görünen dünyaya ilişkin, yazıları yüzeysel
yazdığı gibi yorumlamak.
Batini = içsel, öz, sır, gizemli, iç anlam ve yorum. Batınilik
9.yy İran’da Desyan tarafından başlatılan, Hasan Sabah, Bebek vs.
devam eden kutsal kaynakları (Kuranı vs.) içsel yorumlayan akım.
____________________
Türküler..
Cennet kadar sır, insan kadar zahir.