Bir bilgenin 'Siperlerde inançsız asker olmaz' sözü, biz askerleri çok
iyi ifade eder. Çatışmanın zor şartlarını yaşarken, hiçbir çarenin
kalmadığı hallerde insan bir yerlere sığınmak, bir yerlerden yardım bulmayı
diler. Savaşçılar bunu çok iyi bilir ve böyle zor anları yaşamak hiç de
kolay değildir. Unutulmamalıdır ki kendisi de bir savaşçı olan Atatürk,
bunu pek çok kereler muharebe meydanlarında yaşayan, büyük zorluk ve
mücadelelerle geçen yaşamı boyunca inancını hiç kaybetmeyen bir
insandır.
Gerek Atatürk'ü yakından tanıyan kişilerin aktardıkları bilgiler, gerekse
Atatürk'ün hayatını anlatan güvenilir kaynaklar incelendiğinde Atatürk'ün
materyalist, din karşıtı olması bir yana, aksine inançlı, samimi bir
Müslüman olduğu açıkça görülecektir. Atatürk'ün sağlam bir inanca ve din
bilgisine sahip olduğu, çeşitli vesilelerle yaptığı konuşmalarda açıkça
kendini göstermektedir.
Atatürk; Türk insanının yaşadığı dinin gerçek İslam'dan uzak, hurafeler ve
batıl inançlar üzerine kurulu olduğunu ve aslından uzaklaştırılmış bu
dinin, Türkiye'yi hızla karanlığa doğru götürmekte olduğunu görüyordu. Bu
gidişi durdurmanın tek çaresi vardı. O da, hurafeleri, batıl inançları
içinde barındırmayan, Atatürk'ün 'akla, fenne, ilme uygun...' (1) dediği,
dinin özünü teşkil eden Kuran'ın ve gerçek İslam'ın halka anlatılması
idi.
Geliniz Atatürk'ün bu konuda söylediklerini kendisinden nakledelim.:
*
'Türkler İslam oldukları halde, bozulmaya, yoksulluğa, gerilemeye maruz
kaldılar; geçmişin batıl alışkanlık ve inançlarıyla İslamiyet'i
karıştırdıkları ve bu suretle gerçek İslamiyet'ten uzaklaştıkları için,
kendilerini düşmanlarının esiri yaptılar. Gerçek İslam'ın çok yüce, çok
kıymetli gerçeklerini, olduğu gibi almamakta inatçı bulundular. İşte
gerilememizin belli başlı sebeplerini bu nokta teşkil ediyor.' (2)
*
'Türk Kuran'ın arkasında koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde
neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım; arkasında koştuğu
kitapta neler olduğunu Türk anlasın' (3)
*
'Türkler, dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kuran, Türkçe
olmalıdır.' (3)
*
'Türk insanı Kuranı kendi ana dili ile okursa daha dindar ve de asıl
benimsediği dinin yüceliğini derinden ve şuurla kavramış olacaktır.' (4)
*
'Türk milleti Arapça öğrenmedikçe asırlardır ne yaptığını, ne yapacağını
bilmeksizin, adeta bir kelimesinin bile anlamını bilmediği halde, beyni
sulanmış hafızlara döndüler. Biz kuranı duvarlara asmış, ancak tören olarak
okuyoruz, musiki ile duygulanmak için okuyoruz. Aklımızla anlayıp
davranışlarımızı geliştirmek için ise, başkalarının bize anlattıklarına
bağlanıyoruz.'(5)
*
'Arapça yazılmış olan kuran; Türkler için tekrarlanan, fakat anlamını
bilmediğinden dolayı, ses ve nağmeden öte işlevi olmayan bir kitap
görünümündedir. Türk halkı kuranın anlamını da öğrenmelidir. Bu husus hüküm
sürmekte olan pek çok hurafe ve geleneğin dinle ilgisi bulunmadığının
farkına varılmasını sağlayabilir. Kuranı bilen anlayan Türk halkı, çeşitli
çıkar çevrelerince kolay kolay aldatılıp yönlendirilemez. Bu, taklide
dayalı dindarlıktan bilinçli dindarlığa geçişin temeli olacaktır.'(5)
diyordu.
Kuran'ın pek çok ayetinde 'Ben Kuran'ı düşünün, ibret alın diye .. ' (Kamer
17, 23, 32, 40, Taha 113, Nur 60, Sad 29, Yunus 3), 'Biz onu manasına akıl
erdiresiniz diye ...'(Yusuf 2, Zuhruf 3), 'Biz Kuranı anlayıp, nasihat
kabul etsinler diye...' (Ed-duhan 58, Nur 1, 34), 'Bu kitabı her şeyi
açıklayan, doğruyu gösteren bir rehber, bir rahmet kaynağı olarak indirdik
(Nahl 89) diyen ilahi emre rağmen, Atatürk'ten 70 sene sonra hala Kuran
kursu adı altında, hiçbir şeyden haberi olmayan o küçücük yavrulara kuranın
anlamı ve ne dediği yerine, nasıl Arapça okunacağını öğretmeye çalışanların
acaba amaçları nedir?
Atatürk'e göre Kuran'ın gönderiliş amacı; insanlara bilgi vermek ve onların
davranışlarını yönlendirmektir. Başka kişilerin anlatımlarına bakanlar,
Kuran'ın gönderilişinin en önemli amacı olan bilgi edinme ve davranış
geliştirme boyutunu ihmal etmektedirler. Türkler Kuran'ı düşünmek, ibret
almak ve ders almak için değil, onunla duygulanmak için okumaktadırlar.
Atatürk Kuran'ın, halkın kendi dinini daha iyi öğrenmesi, anlaması ve
tanıması için Türkçe'ye çevrilmesini istemiştir. Çünkü bir insanın
anlamadığı, bilmediği şeye tam ve içten inanması zordur. Yüz yıllarca
rivayet ve hurafeler din olarak insanlara anlatılıp dayatılınca, bunun
doğal sonucu olarak kuran da bir kenara atılmıştır.
Atatürk, Kuran'da yer alan ve İslam dininin esasını teşkil eden bilgi ve
öğretilerle, evrende hakim olan kanunların aynı kaynağa dayandığını
söylemektedir. Hem dini gönderenin hem de evrendeki kanunları düzenleyenin
yüce Allah olduğunu belirtmekte, inanç ve akıl dengesini 'İnsana aklı veren
de dini gönderen de Allah'tır. Dolayısıyla Allah'ın buyrukları onun verdiği
akla aykırı olmaz' demek suretiyle vurgulamaktadır. (5)
İnsana verilen akıl etme, keşfetme güdüsü ve icat etme yeteneği insanı
sürekli ilerlemeye motive eder. Kuran'a göre Allah'ın yarattığı her şey
sürekli bir gelişim içerisindedir. Atatürk, tarihin ilk çağlarından
günümüze kadar insanlığın bir gelişim içerisinde olduğunu, tıpkı bir çocuk
gibi evre evre gelişip günümüze ulaştığını belirtir. Atatürk'e göre
insanlık, bilgi ve kültür bakımından artık belli bir olgunluk düzeyine
ulaşmıştır. Allah'ın, bu gün artık ileri düzeye ulaşmış insanlığa
gönderdiği dinin, akla ve bilime aykırı olması düşünülemez. Bilimin
ışığında ilerlemek dine aykırı değildir. Batı bilimsel ilerlemenin
sağladığı teknolojik kazanımlar sayesinde İslam dünyası karşısında üstünlük
sağlamış, siyasi ve ekonomik başarılar elde etmiştir.
Atatürk, 'Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu
ölçü ile hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir
edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa halkın menfaatine uygundur;
biliniz ki o bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin
menfaatine, İslam'ın menfaatine uygunsa kimseye sormayın. O şey dindir.
Eğer bizim dinimiz aklın mantığın uyduğu bir din olmasaydı mükemmel
olmazdı, son din olmazdı' demiştir. (5) İslam'da bilime verilen önem
Kuran'da da açıkça belirtilmektedir. Kuran ayetlerinde Allah; insanları
düşünmeye, incelemeye ve araştırmaya çağırır. (Bakara Suresi, 164. Ayet)
Atatürk, her şeyi Allah'tan bekleyen anlayışı doğru bulmaz. Tövbe suresinin
14. ayeti 'Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onlara azap etsin..'
demektedir. Ayette de açıkça görüldüğü gibi; insan ve toplum bir konuda
üstüne düşen görevleri yerine getirdikten, güç ve imkanlarını sonuna kadar
kullandıktan sonra neticeyi Allah'tan beklemek durumundadır. Atatürk,
insanın gücü dahilinde, imkanı dahilinde olan iş ve durumlar hakkında
gerekli araştırma, düşünme ve değerlendirmeleri yaptıktan sonra eyleme
geçmeyi önerir. İnsani gerekleri yerine getirmeden, Allah'tan bir şey
beklemenin yanlışlığına dikkati çeker.
Atatürk, İslam aleminin içinde bulunduğu acınacak duruma da değinmekte;
'Ehli İslam'ın duçar olduğu zulüm ve sefaletin elbette bir çok müsebbibi
vardır. Alem-i İslam hakikat-i diniye dairesinde Allah'ın emrini yapmış
olsaydı, bu akıbetlere maruz kalmazdı. Allah'ın emri çok çalışmaktır. Büyük
dinimiz çalışmayanın insanlıkla ilgisi olmadığını bildiriyor'.(5) diyerek,
Müslümanların maruz kaldığı yıkımın ve içine düştükleri yoksunluğun en
önemli sebebinin yeterince çalışmamak olduğunu ifade etmektedir.
Kuran insanları bilime teşvik ederken, bunun tam aksine zamanla Müslümanlar
İslam'dan uzaklaşmış, İslamın altın çağının sonu olan 1100'lerden itibaren
akıl ve bilimsel çalışmalar bir kenara bırakılarak, salt ibadete ve hatta
saptırılmış inanca dayanır hale gelinmiştir. Bu dönem Müslümanların kuran
dininden uzaklaşıp, genellikle bidat ve hurafelere inanmaya başladıkları,
ölülerden, şeyh, ermiş ve benzeri unvanları kendinden menkul kişilerden
medet umdukları dönemdir. İslamın içine düşürüldüğü bu acıklı durumu çok
iyi gören Atatürk, Türkleri ve İslamiyet'i çağdaş medeniyetle yüz yüze
getirmiş, hem Türkiye hem de İslam dünyasında yeni bir çığır açmıştır.
Atatürk, gittiği her yerde hoca ve imamlarla din-kuran konusunda sohbet
edip, Arapça metinlerin Türkçe anlamları hakkında sorular sorardı. Bir
Konya gezisinde, Cuma namazında Arapça okunan hutbeyi dinleyen Atatürk'ün,
daha önce karşılaşıp konuştuğu Hacı Hüseyin Ağa ile aralarında şöyle bir
konuşma geçer:
- 'Hutbeden ne anladın hacı, doğruyu söyle'
- 'Ne anlayayım oğlum; okuyorlar, biz de dinliyoruz. Ben cahil adamım.
Tabii anlayan anlar. Sizler anlarsınız.'
- 'Ben de anlamıyorum.'
- 'Nasıl anlamazsın? Geçen gelişinde Elham'ın, Kulhü'nün manasını bana
verdin. O günden beri düşündükçe hep ağlarım. Hocalara gidip; haydi düşün
önüme, sizi paşaya imtihan ettireceğim dedim. Bak korkudan yanına
yanaşamadılar, gelemediler'. (6)
Atatürk Edirne ziyaretinde Selimiye Camii'nin içini dolaşırken, mihrapla
büyük avizenin arasında durarak yukarıdaki yarım kubbenin üzerinde Arapça
yazılı olan ayeti okuyarak müftüye sorar. 'Hocam bu ayet Tevbe suresi 18'
nci ayet değil mi?' der. Müftüden 'Evet paşa hazretleri' cevabını aldıktan
sonra müftüye 'Bana bu ayetin manasını söyleyebilir misiniz?' diye sorar.
Hocanın doğru cevabı üzerine teşekkür edip 'Evet bende öyle biliyorum' (7)
der. Hat sanatının ağdalı uygulamasıyla kubbeye yazılı ayetin hem
Arapça'sını ve hem de Türkçe anlamını bilecek kadar İslam konusunda
birikimli bu büyük, bu güzel insana 'Dinsiz, din düşmanı ...' diyenlerin,
her halde Allah katında verecekleri hesapları olacaktır.
Atatürk inançlı bir insandı. Büyük Millet Meclisi'nin 23 Nisan 1920 Cuma
günü açılmasını emretmiştir. Bu açılışın 21 Nisan 1920'de tüm Türkiye'ye
gönderilen bildirgesi, bildirgeyi bizzat kaleme alan Atatürk'ün, samimi
inancını açıkça gözler önüne seren tarihi bir belge niteliğindedir:
1. Allah'ın yardımıyla 23 Nisan Cuma günü, Cuma namazından sonra Ankara'da
Büyük Millet Meclisi açılacaktır.
2. Vatanın bağımsızlığı...... ve kurtarılması gibi çok önemli vazifeleri
olan Meclisin açılış gününü, Cumaya tesadüf ettirmekten maksat, o günün
kutsallığından faydalanmak ve açılmadan önce sayın milletvekilleriyle Hacı
Bayram Camii'nde Cuma namazı kılmak, Kuran ve namazın nurlarından
faydalanmaktır...
3. O günün kutsallığını güçlendirmek için bugünden başlayarak valiliklerde,
vali beyefendinin düzenlemesiyle hatim indirilecek, muhayiri şerif
okunacaktır. Hatmin son kısımları Cuma namazından sonra Meclis binası
önünde tamamlanacaktır....
Atatürk'ün din konusundaki samimiyetini ve dinine olan bağlılığını ortaya
koyan diğer bir tarihi delil de, onun çıktığı bir yurt gezisi sırasında
Balıkesir'de 7 Şubat 1923 tarihinde Zağanos Paşa Camii'nde bizzat vermiş
olduğu hutbedir. Atatürk, Allahın birliği ve büyüklüğünden, Peygamberimiz
Allah tarafından insanlara dini hakikatleri tebliğe memur ve Resul
oluşundan bahzettikten sonra: Efendiler! Hutbe demek halka hitap, yani söz
söylemek demektir. Hutbenin manası budur. Hutbe denildiği zaman bundan
birtakım manalar ve mefhumlar çıkarılmamalıdır. Hutbeyi irad eden hatiptir.
Yani söz söyleyen demektir. Biliyoruz ki, Hazreti Peygamber zamanında
hutbeyi kendileri verirlerdi. Gerek Peygamber Efendimiz gerekse Hulefay-ı
Raşidin'in hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, söyledikler
şeyler, o günün meseleleridir. O günün askeri, idari, mali, siyasi ve
içtimai konularıdır. Bu tarzın devam edebilmesi için bir şart lazımdır. O
da milletin reisi olan zatın halka doğruları söylemesi ve halkı
aydınlatması, halkı umumi ahvalden haberdar etmesi son derece
ehemmiyetlidir. Çünkü herşey açık söylendiği zaman halkın dimağı faaliyet
halinde bulunacak, iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri
reddederek, şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir... (5)
Şüphesiz Atatürk; tarihin şahit olduğu en büyük komutan ve devlet
adamlarından biridir. Bunu tüm dünya kabul etmektedir. Atatürk'ü, askeri
dehasının ve devlet adamı vasfının yanısıra insan olarak da ön plana
çıkartan birçok önemli özelliği vardır. Tevazuu, hoşgörüsü, barışçı ve
uzlaşmacı kişiliği, duygusallıktan uzak akılcı yapısı, ahlak anlayışı,
dinine karşı olan hassasiyeti, kararlılığı, temizlik ve bakımına, sanat ve
estetiğe verdiği önemi bunlar arasında sayabiliriz. Bu özellikler
incelendiğinde; Atatürk'ün ahlakının pek çok yönüyle Kuran ahlakı ile uyum
içinde olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Atatürk'ün yakın arkadaşı, TBMM'nin
Gaziantep mebusu Kılıç Ali Paşa, Atatürk'ün müşfik, anlayışlı ve kibar
kişiliğini şöyle özetlemiştir:
- Atatürk, çok müşfik, çok ince, çok vefakar bir insandı. Vefasızlara,
vefasızlıklara karşı son derece gücenir ve üzüntü duyardı. Yakınlarının,
sevdiklerinin hususi, hatta ailevi dertlerini dinler, adeta bir baba
şefkatiyle onlara çareler arar, onları teselli ederdi. İnsan onun huzuruna
çıkarak dertlerini döktükten sonra rahatlar, kalbi huzur dolarak büyük bir
ferahlık içinde yanından çıkardı. (Bakara Suresi 263. Ayet). (8)
- Atatürk; çok sabırlı bir insandı. Bazen sofrasında, kendisiyle
davetlileri arasında, mebuslarla, arkadaşlarıyla mücadele şekline dökülen
öyle münakaşalar olurdu ki, onun müsade ve müsamahasından cüret alınarak
gösterilen taşkınlıklara sabır ve tahammül gösterebilmek için, ancak ve
ancak Mustafa Kemal olmak lazımdı. (Enfal Suresi 66., Bakara Suresi 177.,
Ali imran Suresi 186., 200., Nahl Suresi 126. ve 127. Ayetler). (8)
- Atatürk iki yüzlü, riyakar, dalkavuk insanlardan hoşlanmazdı. Hiç
kimsenin gammazlık etmesine, yahut birbiri aleyhinde dedikodu yapmasına
müsamaha etmezdi. Böyle bir hal vukua geldiği takdirde, ilk fırsatta o iki
insanı yüzleştirirdi. (Hümeze Suresi 1. Ayet). (8)
- Atatürk'ün en büyük özelliklerinden biri de, yaşadığı çağın çok ötesinde
bir dehaya ve başarılarla dolu bir yaşama sahip olmasına rağmen, son derece
mütevazi ve alçak gönüllü olmasıydı.
- Atatürk'ün istişare, yani farklı insanların görüşlerini alma konusuna
verdiği önem bir kaynakta şöyle anlatılır: 'O, harikulade zekasına, büyük
görüş kuvvetine, hadiseleri tahlil derinliğine dayanmakla beraber,
başkalarının fikir ve mütalaalarına da kıymet verirdi. Onun en kuvvetli
tarafı, belkide en büyük kudreti, istişare etmesini bilmesi ve istişareler
sonunda kendi eşsiz mantığını hadiselere hakim kılmasıydı.' (Şura Suresi
38. Ayet). Atatürk bu özelliğini şu cümlelerle özetlemiştir: 'Ben diktatör
değilim.. Çünkü, ben zoraki ve insafsız davranmayı bilmem. Ben kalpleri
kırarak değil, kazanarak hükmetmek isterim.'(8)
Atatürk kendini yetiştirmeye çok önem veren, sürekli okuyan, yeni fikirlere
açık, nezih bir kişiliğe sahip, giyimine dikkat eden, kuvvetli ve zinde bir
insandı. Bulunduğu mekanların düzen ve tertibi konusunda da titizlik
gösterirdi. Sofra, yobaz kesimin içki alemleri yapıldığı iddealarının
aksine, Atatürk'ün karar ve düşüncelerinin adeta mihrak noktası,
müdavimlerinin ise feyz kaynağı idi. Atatürk'ün manevi kızı Sabiha Gökçen,
Atatürk'ün sofrasını şöyle anlatır: 'Şu bilinmelidir ki, Gazi Paşa'nın
sofrası asla bir işret alemi yeri, bir vakit geçirme, bir zaman öldürme
yeri değildi. O, bu sofrayı adeta bir okul haline sokmuştu. Dünya
sorunlarının, yurt sorunlarının, ilmin, felsefenin, sanatın, insanlık
idealinin ve uygar Türk Ulusu'nun geleceğinin sabahlara kadar tartışıldığı
bir okuldu bu sofra... Aydınlıklarla, iyi niyetlerle dolu bir sofra.'
(9)
Atatürk'ün tavır ve davranışları, Allah'ın bir çok ayette insanlara
emrettiği Kuran ahlakına uygun bir davranış tarzıdır. Kuran'ın binlerce
ayeti incelendiğinde; şefkat, merhamet, ince düşünce, vefa, sabır,
dürüstlük, yalan söylememe, affetme, bağışlama, alçak gönüllülük, tevazu,
hoşgörü, adil olma, iftira, fitne-fesat, arkadan konuşmama, yardım sever
olma ve çok çalışma gibi birçok özelliğin insanlar tarafından sahip
olunması gereken hasletler olduğu görülür. Allah bizden Kuran da belirttiği
bilgili, çalışkan, iyi ahlaklı, dürüst, yardımsever, başkalarının hakkına
saygılı ve erdemli insanlar olmamızı istiyor. Bu gün İslam dünyasının en
büyük sorunu, dini sadece ibadet etme olarak anlama ve yapma noktasına
indirgemiş olmalarıdır. Sadece namaz kılarak ve oruç tutarak İslam dininin
gereklerini yerine getirileceği ve cennete ancak ibadet ederek gidileceği
cahil halk kitlelerine empoze edilmektedir. Halbuki Atatürk'ün belirttiği
gibi Kuran böyle söylememektedir. Kuranın istediği insan modeli ile şu
andaki hurafeleri, batıl itikadı, örfü, gelenekleri din zanneden insan
modeli arsında uçurumlar vardır. Atatürk işte bunun için 'Türk Kuran'ın
arkasında koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var
bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım; arkasında koştuğu kitapta
neler olduğunu Türk anlasın. Türkler, dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar.
Bunun için Kuran, Türkçe olmalıdır' demektedir.
İşte tam burada ortaya çıkan çarpıcı gerçek veya sorun; okumuş, tahsilli,
aydın ve Atatürk'çü kesimin Kurana uzak kalmaları, onun gerçek
muhtevasından haberdar olmamalarıdır. Biz Atatürk'ün yaptığı ve istediği
gibi Kuran konusunda, din konusunda bilgili ve donanımlı olmak yerine,
bilgisiz ve cahil kaldığımız müddetçe meydan yobaz ve yarı cahillerin
uydurmalarına kalmakta, hiç kimse de 'hayır, yanlış, o öyle değil, Kuran'da
bu konuda şöyle denmektedir' diye karşı çıkıp konuşamamakta hatta
kaçmaktadır. Şu gerçek çok iyi bilinmelidir. İslam dininin kurallarını
yalnız ve yanlız Allah, o da kuran'da yazıldığı şekilde koymuştur. Kuran'da
yazmayan, Peygamberimizin uygulamalarında olmayan hiçbir kuralı şu veya bu
kimse, şu veya bu şekilde din olarak ileri süremez. Böyle bir davranış, o
kişinin kendisini din kuralı belirleyicisi (Allah) yerine koyması demektir
ki, bu da hiç kimsenin harcı değildir.
Atatürk, inançlı kişiliğinin bir göstergesi olarak din adamlarına karşı da
her zaman samimi bir şekilde davranmış ve hürmetkar olmuştur. Dolmabahçe
Sarayı ve Çankaya Köşkü'ne hafızları çağırtarak sık sık Kuran okutmuş,
ayetler üzerinde incelemelerde bulunmuş ve hafızlarla meal ve tefsir
konularında fikir alış verişinde bulunmuştur. Cumhuriyetin ilk Diyanet
İşleri Başkanı Rıfat Börekçi, bu konuyu şöyle anlatır: 'Ata'nın huzuruna
girdiğimde beni ayakta karşılardı. Utanır, ezilir, büzülür, Paşam beni
mahçup ediyorsunuz dediğim zaman, Din adamlarına saygı göstermek
Müslümanlığın icaplarındandır' buyururlardı. Atatürk, şahsi çıkarları için
kutsal dinimizi siyasete alet eden cahil din adamlarını sevmezdi.
Sabiha Gökçen: 'Bir sabah, Ata'nın elini öpmek üzere yanına girdim. İşleri
ile meşguldu. Bir süre ayakta bekledim, birden derin bir iç geçirdi ve
'Allah' dedi. (O bunu sık sık tekrarlardı) Atatürk hakkında evvelce çok
şeyler duymuştum, bu tesirle olacak, bir hayli şaşırdım. O'nun ağzından
Allah kelimesini duymak beni şaşırtmış ve heyecanlandırmıştı. Ata'nın
yüzüne şaşkın bir şekilde bakmış olacağım ki; 'Sen dindar mısın?' diye
sordu. Ben de ailemden aldığım din terbiyesiyle 'Evet, dindarım' dedim ve
bu cevabımı nasıl karşılayacağını anlamak için ürkek ürkek yüzüne baktım.
Cevabım hoşuna gitmişti. 'Çok iyi... Allah büyük bir kuvvettir. O'na daima
inanmak lazımdır.' dedi ve bu konuda uzun uzun izahat verdi. Ben de o zaman
anladım ki, Atatürk hakkında söylenenlerin aslı yoktur ve Ata bütün
söylenenlerin hilafına inançlı bir insandır. (9)
Yukarda Atatürk'ü tanıyan ve çok yakınındaki kişiler tarafından ifade
edilen bütün bu konuşmalardan; Atatürk'ün dinine bağlı, İslamiyet hakkında
geniş ve zengin bilgisi olan bir lider olduğunu anlıyoruz. Konuşmalar
dikkatlice tahlil edildiğinde, onun din anlayışının çağının mevcut
birikiminin çok ötesinde olduğunu görüyoruz. Dini taassubun çok yaygın
olduğu, din adına softaların halk üzerinde tesir ve nüfuz elde ettikleri,
Osmanlı'dan kalma medrese geleneğinin hala direnç gücüne sahip olduğu bir
dönemde yukarda detaylarıyla vermeye çalıştığımız fikirleriyle Atatürk, her
alanda olduğu gibi din alanında da çağdaş görüşlere sahip olduğunu ortaya
koymuştur. Çünkü onun 1920'lerin koşullarında 400 yıl şeriatla,
şeyhülislamla ve fetva ile idare edilmiş bir ülkede söyledikleri, aradan
bunca yıl geçtikten sonra bugün ülkemizin ileri gelen ilahiyatçılarının bir
çoğu tarafından İslam'ın sahih yorumu olarak ileri sürülmektedir. (10)
Peki bu insanlar Atatürk'ten ne isterler? Neden onu din konusunda karalama
ihtiyacı duyarlar? ..... Çünkü Atatürk hiçbir zaman dine karşı olmamıştır.
Pek çok konuşmasında halkımızı dinimizi öğrenmeye çağırmış, 'Bizi yanlış
yola sevk edenler bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, sâf ve
temiz halkımızı hep din kuralları sözleriyle aldata gelmişlerdir.
Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz... Görürsünüz ki milleti mahveden, esir
eden, harabeden fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülükten
gelmiştir.'(5) demiştir. Onun mücadele ettiği şey; din maskesi altında
insanların sömürülmesi, dini kullanarak kendine makam, mevki ve çıkar
sağlayarak dini yozlaştıranlardır.
Geliniz incelememizi gene onun kendi sözleriyle bitirelim. 'Araplar,
topraklarına üç semavi din peygamberinin gelmesiyle övünürler ve üstünlük
iddia ederler. Bizi de böyle bir nasipten mahrum olduğumuz için
küçümserler. Aslında bu bizim ahlak ve insanlık benliğimizi, hiçbir devirde
bir peygambere muhtaç olmayacak kadar kaybetmemiş olmamızın ilahi takdiri
ve tasdiğidir.' (5)
Derleyen: Savaş TANRISEVEN
REFERANSLAR:
1 Sadi Borak, Atatürk ve Din, s. 36-37 (Rönesans, Aralık 1991, s. 61)
2 İzmir, 3 Şubat 1923, Atatürk Diyor ki, Varlık Yayınları, s. 46
3 Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi 1-5, 1977 (A. Gürtaş, s. 41)
4 Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi 1-5, İstanbul 1977 (A. Gürtaş, s. 41)
5 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri,
6 Mehmet Önder, 'Atatürk Konya'da', s.76-77
7 Atatürk ve Edirne (http:/ /www.edirneden.com/goster.php.)
8 Atatürk'ün Bazı Hususiyetleri, Yaşar Semiz.
9 Atatürk'ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti, Sabiha Gökçen, s. 55
10 'İslam Nasıl Yozlaştırıldı' Prof. Yaşar Nuri Öztürk.
11 Atatürk'ün Kuran Kültürü, Yrd.Doç.Dr. Abdurrahman Kasapoğlu.