VAROLUŞÇULUK
İlk önce varoluşçuluğu tanımlayarak başlayalım.
Varoluşçuluğu tanımlamak için , sözcüğün kendisinden işe başlamak gerekir.
Bu yeni türetilmiş sözcük “varoluş” (existence) ismin
den, ilkin “varoluşsal” (existentiel) ve varoluşla
ilgili “existential” sıfatları türetilerek ve daha sonra
“culuk” son eki eklenerek ortaya çıkmıştır.
Varoluşculuk, varoluşun önceliğini ya da ilkinliğini benimseyen bir
kuramdır.
Varoluşçuluğun sözlük anlamına bakacak olursak; insanın varoluşunu, somut
gerçekliği içinde ve toplumdaki bireyselliği açısından göz önüne alan
felsefi öğretidir varoluşculuk.
Varoluşçuluk felsefesinde, insanın varoluşu anlaması söz konusudur. İnsanın
kendini gerçekleştirmesi, insan varoluşunun raslantılar içinde oluşu,
güvensizliği sözkonusudur; güçsüzlüğü söz konusudur. Güçsüzlüğü ve hiçliği
içinde insan, ölüme mahkum bir varlık olarak insanın varoluşu , hiçlik
karşısında insanın varoluşu, insan varoluşunun halisliği (authentique)
oluşu ve bu halis olmaya çağrı, özgürlüğü içinde insanın varoluşu, topluluk
içinde kaybolmuş insanın, tek insanın kendisini bulması, kendi olması,
doğruluk ve ahlaklılık karşısında sahici davranışı-tutumu; bütün bu
sorunlar söz konusudur varoluşçuluk felsefesinde. Ayrıca “insan,
evreni aşabilir mi aşamaz mı?” “aşarsa nereye dek varır bu
aşma?” gibi sorunlar söz konusudur.
Yığınlaşma içinde tek-insan, birey, gittikçe kendi özelliğinden, kendi
kişisel özgürlüğünden çözülme, kopma durumuna geçiyor. Tek insan
kayboluyor. Kitle içinde sıradan bir insan oluyor. Tek kişinin kişisel
sorumluluğu gittikçe herhangi bir parti, bir ortaklık, bir dernek, herhangi
bir kolektif düzen içinde ortadan kalkıyor.
Modern insan, bir devlet hastanesinin doğum kliniğinde dünyaya geliyor,
oradan yuvaya, yuvadan okula, sonra da ya bir fabrika ya bir büroya
geçiyor. Modern insan artık kendi yaşamını sürdürmüyor. Ölümü bile kendinin
değil çoğu kez.
Bu gelişme nedensiz değil. İlkin, bütün yurttaşların eşit hak istemesi,
başta gelen bir nedeni bu gelişmenin. Hiçbir üstünlüğe, hiçbir olağandışıya
katlanılamıyor artık. Bunların hepsi bir kalemde siliniyor. Bir başka
nedeni: güçlü olma isteği, güce erişme isteği. Tek kişi güçsüz kalmıştır
günümüzde. Ama herkes “dayanışarak” toplu hale gelirse,
yenilmez bir güç oluyor. Bir başka neden de, ekonomik bakımdan güven
altında olma çabası. Ekonomik çöküntülerden, paranın inip çıkmasından, tek
kişi, varoluş savaşımında yorgun düşmüştür. Yaşamını güven altına alabilmek
için kitleleşme yoluna girmiştir. Böylece her alanda bir toplumsallaşma bir
merkezleşme gittikçe artıyor. Giderek çoğunlukla insanlar ekonomik
güvenliliklerini sağlamak uğruna, kendi kişisel özgürlüklerini bırakmaya
hazır duruma geliyorlar.
İşte bu gelişme ortasında varoluşculuk felsefesi sesini yükseltiyor.
Bu felsefenin getirdiği sınırsız subjektiflik, bireysellik, topluluk
düşmanlığı, macera isteği, istediğini yapma özgürlüğü, bütün bunlar
yığınlaşmaya karşı bu protesto açısından anlaşılmalıdır. Bütün varoluş
felsefesi şu biçim altında belirir: “İnsanın kendi kendini
yitirdikten sonra bütün dünyayı elegeçirmesi neye yarar?” Bundan
dolayı varoluş felsefesi bir bunalım felsefesi olmuştur, bu felsefe yeni
bir dizge kurmak istemiyor, tam tersine insanları karar verme durumuna
getirmek istiyor; öğretmek istemiyor, yeni bir tavır alışa çağırıyor; çağı
yeni bir biçimde açıklamak istemiyor, onu yargılıyor; sakinleştirmek değil,
ürkütmek onun amacı; sentez de istemiyor, “ya o-ya o”
karşısında bırakıyor. İşte bundan dolayı, geçen yüzyıldaki devrimin bunalım
zamanında doğmuş olan bu felsefe, yine son iki dünya savaşından sonraki
bunalım zamanlarında böylesine güçlü bir etki yapmış, güçlü bir felsefe
akımı olmuştur. Önce Almanya sonra Fransa’da bir felsefe yazın akımı
olarak biçim kazanmış bulunan varoluşçuluk, J.P.Sartre’a göre insanın
bütün boyutlarını ele alan bir felsefedir.
“Varoluş, özden önce gelir” ve her bir kimseye bir öz
kazandırmayı sağlayacak özgürlükle özdeştir; “insan ne ise o
değildir, ne olmuşsa o’dur.” İnsan kendini kendi yapar, daha
önce kazandığı bazı belirlenimlerin el verdiği ölçüde kendine biçim
verir,kendini oluşturur. Varoluşçuluğun Fransa’daki öteki
temsilcileri de şunlardır:
A.Camus, Simone De Beauvoir, Merleau-Ponty ve Gabriel Marcel.
Varoluşçuluğun ilkeleri:
1-Varoluş Özden Önce Gelir; “felsefe terimleri ile anlatmak istersek,
diyebiliriz ki, her nesnenin bir varoluşu ve bir de özü vardır. Öz, bir
nesnenin özelliklerinin değişmez bir bütünüdür; varoluşu ise evrenin içinde
gerçek olarak bulunuşudur. Bir çok kimse, özün önce, varoluşun sonra
geldiğine inanır; bu fikir, dinsel düşünceden ileri gelir; gerçekten, ev
yaptırmak isteyen bir kimsenin, ne biçim bir ev yaptıracağını bilmesi
gerekir. Burada öz varoluştan önce gelir. Bunun gibi, insanın tanrının
yarattığını sanan kimseler de böyle düşünerek, tanrının bu işi, haklarında
daha önceden sahip olduğu fikirlere bakarak yapacağı sonucuna varırlar.
Tanrıya inanmayanlar ise aynı etkiden kurtulamayarak, bir nesnenin ancak
kendi fikirleri ile uygun düşmesi durumunda varolabileceğini ileri
sürerler. Bütün 18. yy, “insan doğası” denen, herkeste
ortaklaşa bulunan bir özün varlığına inanmıştır. Varoluşçuluğa göre ise
insan da -ve sadece insan da- varoluş özden önce gelir.
“Bu kısaca şu anlama geliyor; önce insan vardır, şu ya da bu olması
daha sonra gelir.” (J.P.Sartre, Action, 27 Aralık 1944).
Elbetteki biz, bizi insan türüne bağlayan, evrensel ya da türsel özümüzü
yaratamayız; ancak, bize özgü olan, başka hiç kimse de bulunmayan bireysel
özümüzü seçebiliriz. Bizim doğuştan ve özgül özümüz
-“hayvan”-ve-“insan”- biz olmadan belirlenmiştir;
biz insanız, işte o kadar. Bizim bireysel ya da somut özümüz sadece belli
bir belirsizlik gösterir: Bizler insanız, ama hangi insan olacağız? İşte
ancak bu sınırlar içinde özgüle açık bir kapı kalır.
Bununla birlikte seçme olanağının yeri gene de önemlidir. Bunu anlamak
için, başlangıçla eşdeğer olan bireylerin seçmiş oldukları mesleklerin
çeşitliliğine bakmak yeter. Bundan başka, içinde olduğumuz sınıfı,
boyumuzu, zekamızı biz seçemezsek de hiç olmazsa, bu ham veriler karşısında
takınacağımız tavır bize bağlıdır. Bir işçi, “bütün varlığı ile
sınıfı tarafından koşullanmıştır...” ama, “arkadaşlarının
durumuna ve kendi durumuna bir anlam vermek; devrimci, ya da sinik olmayı
seçmesine göre, işçi sınıfına zafer ve kazanç sağlayan ya da aşağılık
duygusu içine düşüren bir geleceği, özgür olarak tanımak gene onun
elindedir.” Seçmediğim halde sakat olabilirim, ancak “sakatlığa
bakış biçimimi seçmeden sakat olamam.” (onu çekilmez, küçük düşürücü,
gizlenmesi gerekli sayılabilir, herkese açıkça gösterebilir, kıvanç konusu,
başarısızlıklarımın nedeni, v.b olarak görebilirim.)
2-Sınırsız Özgürlük;
Her gün yaşantımız içinde yapmakta olduğumuz seçmeler ya da icatlar, en
küçüğünden tutun da en büyüğüne kadar, saptadığımız ereklere, seçmesini
kendimiz yapmış olduğumuz bir değerler hiyerarşisine bağlıdır. Bu ereklerin
çeşitliliği yüzünden, beklenmedik toplu bir para, kimi tarafından
gardrobunun eksiklerini tamamlamakla; kimi tarafından başına gelebilecek
bir kazaya karşı yedek akçe olarak saklanmakla, kimi taraftan da eğlence
yerlerinden de harcanarak kullanılır. “seçme, düşünüp taşınmaya bağlı
değildir: düşünüp taşınmaya koyulduğumuz zaman, olan olmuş, iş işten
geçmiştir.”
Ancak, ereklerimizi özgür olarak seçmiş bulunuyorsak da, hiçbir şey
kaybolmuş sayılmaz: çünkü ereklerimiz seçmelerimizin tümüne de kumanda
eder, bu yüzden, ereklerimizin özgür seçimi, özel kararlarımızın tümünün
özgürlüğünü arkasında sürükler.
Varoluşa ilk vardığımız da ereklerimizi kesin olarak saptamadığımız ölçüde
özgürlüğü de kurtarmış oluruz. Varolmayı sürdürdüğümüz ölçü de,
ereklerimizi de ereklerimizi de seçmeyi sürdürürüz; çünkü özgürlük, bizim
varoluşumuzun özüdür. Herhangi bir özel seçme dolayısıyla, daha önce yapmış
olduğumuz seçmelerden biri karşımıza çıkabilir, bunun sonucu olarak, ona
uygun bir biçimde alınmış her karar, onun bir yenilenmesi olarak
karşılanabilir; nitekim, bütün istemli davranışlarımızı özgür olarak görmek
hakkımız vardır; çünkü, onlara karar verirken kendilerini açıklayan
erekleri de karara bağlarız.
3-Sorumluluk;
Sartre’a göre insanın sorumluluğu, sağ duyuya kalırsa, özgür olarak
seçebildiklerinin çok daha ötesine geçer, hiçbir şey ona yabancı değildir:
ne kişisel iç etkenliğimiz ne de dışımızdaki olaylar: ben herşeyden
sorumluyum; “savaşı ben ilan etmişim gibi, savaştan
sorumluyum.”
Sartre ne dersin desin Polonya’nın istilasından, Fransa’nın
işgalinden, Stalingrad’ın yıkılmasından kendisini sorumlu
tutamayacağı ortadadır. Ama kendisine bağlı olmayan bu olaylar karşısında,
pekala kendisine özgü bir tutum içine girmiştir; savaş içinde olan bir
dünya da, özgür edimler ortaya atarak, bu dünya da olup biten her şeyin
sorumluluğunu üstlenmiştir.
Ya da daha çok; “doğmayı ben istemedim denir hep; ama doğumum
karşısında takınmış olduğum tavırla,” –utanç ya da kıvanç;
iyimserlik ya da kötümserlik...
4-İç Sıkıntısı;
Sartre, bağımsız kişiliğinde fikrin duyguyu bastırdığı bir aydındır, bu
nedenle, sıkıntı ve umutsuzluğa, bunların bir Kierkegaard’ın
yaşantısında ve düşüncelerinde,ya da bir G. Marcel’in yazılarında
tuttuğu yeri vermez: İnsan tanrısal tüzüye inanırsa, işlemiş olduğu
günahlarının düşüncesi, hiçlikten gelmek ve oraya dönmek düşüncesinden daha
çok bir iç üzgünlüğü verir insana. Ona göre ise, iç sıkıntısı,
seçmelerimizin kapsamından doğar.
“Herkes için geçerli bir kuralın varlığını benimseyen düşünürler, bu
kuralı bir davranış kuralı olarak bellemekle sıkıntıya düşmekten
kurtulurlar.”diye düşünür; bir pişmanlık ve dindarlık yaşantısını
seçen bir Hıristiyan, Descartes örneği üzerine aklını yönetme tasarısı
kuran bir akılcı, insanı duyarlığa indirgeyerek tadımı (hazzı) seçen
Epikurosçu, kararlarını doğru ve iyi bellediklerine göre verir ve belli bir
güvenlik içinde yaşarlar.
N.iltaş